Osep Bey’in gizli kapaklı maceraları

Tayfun Serttaş, Boğazkesen’e yerleşen Galeri NON’un açılış sergisinde fotoğrafçı Osep Minasoğlu’nu bir vak’a olarak İstanbul izleyicisine sunuyor.

by Levent Çalıkoğlu

İstanbul’un yaşayan en eski stüdyo ve set fotoğrafçılarından Osep Minasoğlu bir asri zaman kahramanı. İstanbul’un karmaşık, gizli, mahrem sosyal tarihinin muhtemelen en ayrıksı karakterlerinden biri. Bir yanda verili olanı kendi imkanlarına dönüştüren bir fotoğraf mucidi diğer yanda bir gay dergisinde okurlarına kişisel hatıraları ile seslenen ve kendisine ‘Parisli Amca’ sıfatını uygun gören bir sosyal aktivist. Öte yandan da muhtemelen döneminin diğer fotoğraf stüdyolarında olmayan içerik ve deneysellik ile çalışan fotoğraf stüdyosu sahibi her daim kuyruğu dik tutan Ermeni asıllı bir İstanbul Beyefendisi. Osep Bey, yerleşik düzenin dışında, dokundukça renk veren hayret verici bir kimlik. Hayat hikayesi kitap ve filmlere konu olacak kadar inişli-çıkışlı ve renkli.

80 Yaşındaki Kahraman

Sanatçı Tayfun Serttaş, Boğazkesen’e yerleşen Galeri NON’un açılış sergisinde Osep Minasoğlu’nu bir vak’a olarak İstanbul izleyicisine sunuyor. Serttaş, Osep Bey’i tüm ayrıksılığına karşın bir arkeolojik kazıda ele geçirdiği hazine gibi parlatmıyor. Çok yönlü kimliği ile onu, bir külliyat projesi olarak yeniden kurguluyor. 60 yılını fotoğrafa adamış 80 yaşındaki bir kahramanı, 10 yıl boyunca araştıran biri olarak yeni bir okuma ve araştırma düzlemi yaratıyor.

Birbirine bağlı üç zincir var sergide. Bir sözlü tarih çalışmasının ardından beliren biyografi, fotoğraf arşivinden seçilen kareler ve onların belirli içeriklerle kurgulanması, izledikçe şaşkınlığa kapıldığınız bir video enstalasyon. Sergi, izleyicisine ‘yeniden keşfedilmeye ve gösterilmeye değer bulunmuş bir dizi nostaljik arşivi deneyimlemek yerine, yakın tarihin toplumsal kesintileri ve bunun birey, kimlik ve kültür denkleminde yarattığı karmaşık etkiyi bugün üzerinden araştırmayı hedefleyen disiplinlerarası bir perspektif öneriyor’.

Bu durum bir merak alanı yaratmakla ilgili. Nihayetinde kültürün farklı denklemlerinin bireyler üzerindeki sosyal etkilerini soğuk akademik bir bilgi olarak da sunabilirsiniz. Hoş Osep Bey’i ne kadar zapturapt altına almaya kalksanız da o bir sabun gibi elinizin altından kayıp gidiyor. Çektiği fotoğraflardaki tuhaf stüdyo havası ve kurgular, dönemin dansöz, hayat kadını ve şarkıcılarının birden bire beliren yarı erotik fotoğrafları, teleobjektifle çektiği vesikalıklardaki şaşırtıcı alan derinliği, jön tavrından zerre taviz vermeyen kıyafet ve konuşma kültürü ile Osep Bey gerçekten de ilginç bir insan.

Kanımca sergi ‘öteki’ bireyselliklerin nasıl araştırılıp görünür kılınabileceğine dair sanatsal ve sosyolojik bir alan açıyor. Malzemesi ile oyun hamuru gibi oynamıyor, olmadık hikayeler yaratmıyor. Sözlü tarihin tüm risklerini üstüne alarak sanatsal dönüşümün içerisine oturtuyor. Buradaki tarih şüphesiz ana akışın dışında kalan bir bölgede işliyor. Ama benzer tarihler neredeyse son 20 yıldır o kadar gündeme taşındı ki onlara ‘öteki’ demekten kurtulduk.

Dolayısıyla birey ve kimlik sorununun Cumhuriyet ertesinde nasıl dönüştüğünü ve bunun kültürel katmanlar arasında nasıl nefes alıp verdiğini görmek ve göstermek sadece politik bir hedef değil aynı zamanda sanatsal bir amaç olmaya başladı. Buradaki nazik konu ötekinin öteki olmaktan çıkarılmasına yönelik ısrarcı çaba. Bu noktada çağdaş sanatın muhtemelen diğer tüm disiplinlerde olmayan bir özelliği beliriyor ki, o da her türlü malzeme ve ifade aracını kullanarak gerçekleştirdiği dönüştürücü güç. Tayfun Serttaş sergisini bu gözle izlemenizi öneririm.

* “Osep Bey’in gizli kapaklı maceraları”
by Levent Çalıkoğlu, Milliyet Sanat, November 2009

“I Remember all this very well;
years have gone by and I have forgotten them”

by Fatih Özgüven

It was as the Parisian Uncle that I first got to know Osep Minasoğlu, the identity he assumed when writing for Kaos GL (a journal for gay, lesbian, bisexual and transvestite research). In this series of letters, an Istanbulite of the fifties addressed the reader from a certain period of the realm of sexual identity I was not familiar with and was curious how people of those times articulated. This was a murky realm, and he appealed to the reader from times past; where individual identities were concealed beneath the screen of profession or clan/family, and not referred to by their own name. It was also a place where, especially in terms of sexual identity, no one was allowed individuality or the right to be an individual – and those who tried to claim it were frowned upon. (Having said which, the situation may still be pretty much the same.)

Later, I came across his other identities. In this checkerboard of identities, the one of the pioneering photographer ‘Stüdyo Osep’ was the last one I encountered. Typically, these identities did not overlap at all. The subject matter of one identity would either be too wide or too narrow to perfectly align itself with another and the dramatis personae who took part in one would not want to take part in the other; while those who had respect for his photographer identity did not even want to hear about the existence of the Parisian Uncle. Those who would be content with the nostalgic identity of an old habitant of Istanbul, and particularly Beyoğlu, could probably not help but find a way to add a footnote about the Armenian side of the identity; and those who would be all too glad to accept the Armenian side of the identity may have had a problem with the ‘bohemian’ and even ‘wasteful’ aspects of it, and been disappointed. Some unwitting newcomers like me, who were drawn with curiosity towards the Parisian Uncle identity, had to wander around in a daze to see ‘Stüdyo Osep’! The irony of it all.

Such was the degree to which this identity had multiplied. The time has come to recover those identities from beneath the wreckage, and make sense of it all anew. This is what this exhibition attempts to achieve; and one of the most interesting channels of this attempt is the way in which Osep Minasoğlu remembers and relates the past. The video titled ‘Osep Minasoğlu remembers…’ and its written account leave the viewer or reader with such a series of oddities that it would have been exceedingly likely, in a run-of-the-mill TV programme, to perceive them as ‘tricks of the memory’ or the ‘vicissitudes of old age.’ However, I believe that the same assume a different aspect when we consider the severely fragmented identity and multiple identities. In fact, so much so that even old age is perhaps an excuse; perhaps those various loquacious old gentlemen who appear on television, as they stand and turn their gaze towards the past, actually bring to the forefront a selection of their gamut of identities while suppressing others, too. Their witness account of history is perhaps impaired by self-censorship, their account of themselves is distorted by embellishments, even their account of old İstanbul or past Ramadans bears the romanticism of a colouring book. Perhaps.

Osep Minasoğlu’s constant recourse to repetition when he talks about the past, his repetition of the same event or facts (‘We had a beautiful house in Samatya’), calling in at relatively less-known, yet important stops (the impact of the repatriation of Talat Pasha’s remains on the everyday life of the Armenian community of Istanbul), his sudden outburst concerning another colleague at a certain point (‘Who is Ara Güler, for goodness’ sake?!’) or his extremely limited use of body language, perhaps the way he will only shake his feet, and his mentioning of his years in Paris only as far as his profession is concerned… All this makes the viewer/reader wonder what this combination of Stüdyo Osep-Parisian Uncle-Osep Minasoğlu chooses to hide or reveal, and in the light of all his identities, how he chooses to present himself.

At one point, Osep Minasoğlu comes up with two sentences that, in the manner of two sides of some arithmetic equation, cancel each other out: ‘I remember all this very well; years have gone by and I have forgotten.’ This slip of the tongue regarding remembrance and forgetfulness perhaps best reveals the ‘tone’ of what is being related. What he gained and what he lost, what he seized and what he let go of, or had to surrender- it is perhaps these sentences that provide the key to this word play, or rather, the game words play, or rather, the game words have played on him.

As for an idea about his entire life, one should perhaps lend an ear to this sentence: ‘I’ll be playing chess, and just when I am in a very good position, right at the end of the game I’ll go and make some mistake.’ (Interview in Geniş Açı / May-July 2003) One could claim that the final, wrong move is not only about his skills concerning chess, but also about a short circuit caused by the convergent and divergent identities that make up Mr. Minasoğlu, who remains unaware of this. To use a phrase popular in the İstanbul of my childhood which corresponds to his mature years, it is perhaps a case of him ‘blowing a fuse’.

* * *

“Çok İyi Hatırlıyorum Bunları;
Seneler Geçti Unuttum”

by Fatih Özgüven

OSEP MİNASOĞLU’nu ilk önce Kaos GL yazılarındaki ‘Parisli Amca’ kimliğiyle tanıdım. Bu mektup-hatıratta ellili yıllardan bir İstanbullu, bilmediğim ve o zamanların insanlarının nasıl dile getirdiklerini merak ettiğim bir alandan, cinsel kimlik alanından sesleniyordu. İçinde yaşadığı yıllar ve toplumsal bağlam gözönüne alındığında, bir ard-alandan, cinsel kimliğin arkeolojisinden sesleniyordu da denebilir. Genelde kişisel kimliklerin meslek ya da klan/aile şemsiyesi altında gizlendiği, adlı adınca telaffuz edilmediği bir zamandan okura el eden, sisler ardında bir yerdi burası. ‘Kol kırılıp yen içinde kalır’ın esas olduğu, cinsel kimlik sözkonusu olduğunda kimseye bireysellik ve bireysellik doğrultusunda bir aidiyet hakkı tanınmayan, buna sahip çıkmaya kalkışanlara da iyi gözle bakılmayan bir yer. (Kaldı ki, durumun çok da değişmediğini söyleyecekler de çıkabilir.)

Daha sonra onun başka kimlikleriyle de tanıştım. Bu ‘bölük bölük’ kimlikler alanında öncü fotoğrafçı, ‘Stüdyo Osep’ en son tanıştığım oldu. Bu kimlikler tipik biçimde hiç üst üste oturmuyorlardı. Bir kimliğin içerdikleri ötekine bol ya da dar geliyor, kimliklerden birinin kadrosundaki bazıları öteki kimlikde ‘rol almak’ istemiyor, fotoğrafçı kimliğine saygı duyanlar Parisli Amca’nın varlığını dahi duymak istemiyorlardı. ‘Nostaljik’ İstanbullu-Beyoğlu kimliğiyle mutlu olacak olanlar muhtemelen ‘İstanbullu’nun altına şöyle ya da böyle ‘Ermenilik’ şerhi koymadan edemiyor, Ermeniliğe tutunacaklar ise çok mümkündür ki ‘bohemlik’, ‘aykırılık’ hatta ‘har vurup harman savurma’ durumlarına çarpıp mutsuz oluyorlardı. Benim gibi Parisli Amca kimliğine ilgiyle yaklaşan bazı gafiller de ‘Stüdyo Osep’i görmek için aval aval kazı alanında gezinmek zorundaydılar! İroni.

Öylesine bölünmüştü bu kimlik. Paraya para demediği zamanlarda da böyleydi bu anlaşılan, şimdiyse bir enkazın altından o kimlikleri çıkarmak, yeniden birbirine yapıştırmak gerekiyordu. Bu sergi ve kitap onu yapmaya çalışıyor; bu girişimin alanındaki en dikkate değer kanallardan biri de Osep Minasoğlu’nun geçmişi hatırlayış ve aktarış biçimi. ‘Osep Minasoğlu Hatırlıyor…’ video filmi ve onun dökümü bizi seyirci ya da okuyucu olarak birtakım tuhaflıklarla baş başa bırakıyor ki, bunları klasik bir TV programında ‘hafızanın ettiği oyunlar’ ya da ‘yaşlılığın cilveleri’ olarak yorumlamak çok mümkün. Oysa Osep Minasoğlu’nun bölünmüş kimliği, bölük bölük kimlikleri düşünüldüğünde bunlar başka bir anlam kazanıyor düşüncesindeyim. Hatta, o kadar ki belki de yaşlılık bir bahane; belki televizyona çıkan o çeşit çeşit ‘hoşsohbet’ amcalar da durdukları noktadan geçmişe bakarken aslında çeşitli kimliklerinden bazılarını öne çıkarıp bazılarını geriye iterek konuşuyorlar. Tarihe tanıklıkları belki bir otosansürle malul, kendilerini anlatışları süslemelerle sakit, eski İstanbul’u ya da geçmiş Ramazanları anlatışları bile bir boyama kitabı romantikliği taşıyor. Belki de.

Osep Minasoğlu’nun geçmişi anlatırken durmadan tekrarlara başvurması, aynı olay ya da olguyu yinelemesi (‘Samatya’da çok güzel bir evimiz vardı’), arada görece az bilinen, önemli duraklara uğrayışı (Talat Paşa’nın cenazesinin İstanbula getirilmesinin İstanbullu Ermenilerin gündelik hayatına etkisi) bir noktada aniden patlayıverişi (‘Ara Güler de kim yahu?!’) ya da vücut dilini çok az kullanışı, belki sadece ayaklarını sallayışı, Paris yıllarına sadece profesyonel açıdan değinişi… Bütün bunlar Stüdyo Osep- Parisli Amca- Osep Minasoğlu kimliklerinden oluşan bu terkibin neleri saklamayı, neleri anlatmayı seçtiği, bütün kimliklerinin ışığında kendini takdim için nasıl bir gösterme-gizleme yolu seçtiğine dair düşüncelere sevk ediyor izleyiciyi.

Osep Minasoğlu bir noktada bir aritmetik denklemindeki gibi karşılıklı birbirini götüren iki cümleyi artarda sarfediyor: ‘Çok iyi hatırlıyorum bunları, seneler geçti unuttum.’ Hatırlamakla unutmak arasında bu dil sürçmesi anlatılanların ‘rengini’ en iyi biçimde ele veriyor belki de. Kazandıkları kaybettikleri, ele geçirdikleri- elinden bıraktıkları, bırakmak zorunda kaldıkları- sır belki de bu sözcük oyununda daha doğrusu sözcüklerin oyununda, daha doğrusu sözcüklerin ona ettiği oyunda gizli.

Hayatının bütünü ile ilgili olarak ise belki şu cümlesine kulak vermek lazım: ‘Satranç oynuyorum, çok iyi durumdayken oyunun sonunda hata yapıyorum.’ (Geniş Açı Söyleşisi/ Mayıs-Temmuz 2003) O son hatalı hamlenin sadece satrançtaki maharetiyle ilgili olmadığı, Osep Bey’in farkında olmadan, kendisini meydana getiren, kavuşan-kavuşmayan kimliklerin yol açtığı bir kısa devreden bahsettiği öne sürülebilir. Benim çocukluğumun, onunsa olgunluk yıllarının İstanbullularının o matrak tabiriyle belki de ‘kontak atmıştır’!

* “I Remember all this very well; years have gone by and I have forgotten them”
Özgüven, Fatih “Stüdyo Osep”, Tayfun Serttaş (ed.), Aras Yayıncılık, İstanbul, October 2009, pp. 306-307

A Bit Of Chemistry, A Bit Dreamy

by Orhan Cem Çetin

Photography is a peculiar profession. It is an extraordinary mixture, a magical blend. A bit of this, a wisp of that. Some engineering, some painting, an amount of patience, a whole lot of curiosity, a bit of chemistry, a bit dreamy, top it off with stubbornness, to your taste. This hidden formula is finally completed with secret keeping and sharpshooting.

So much has been said about the subconscious of the photographer. From peeping to amnesia, from being the murderer of reality to occultism, from being sinfulness to being a liar, next to being highly praised for writing history and somehow preserving moments to eternity, photographers have been the target of all sorts of greetings and condemnation alike.

Every photographer shapes his/her style with a unique blend, builds his/her body of work accordingly and prints his/her fate. The saying goes that actually every photographer shoots a self-documentary throughout his/her life. Look at the images here with this in mind as well. Although he appears in very few of his photographs which were able to survive, you will immediately see the amazing story of Osep Minasoğlu.

The first real photographers I had met were “Foto” Kenan and his darkroom technician Zühtü at Üsküdar, Doğancılar. During the 40 years that passed since then, I have met with so many others, from the blind Polaroid photographer at Beyazıt Square to Şahin Kaygun, from Josef Koudelka to Juergen Teller, personally witnessing so many different blends. None was a bigger surprise, a bigger life lesson for me than Osep Minasoğlu.

When photographers gather, they -unfortunately- talk mostly about tools, gadgets, techniques and jobs in an effort to out-skill one another. If they had as much technical knowledge, darkroom experience and inventions as Osep Mianasoğlu, I assure you, they would talk even in their sleep and if you ask them the time, they would mention how well they know chemistry as a reply. Osep Bey on the other hand, with his childish modesty I am yet to understand, with his exceptional resignation against his life, a chain of mischieves, silently chose to be swept away at the edge of the indifferent trade, being skilfully shredded despite all his merits.

When I first met him, I was working for a now closed major importer of photographic goods, namely Darfilm company, as technical manager. We used to sell ORWO brand, East German cinematographic films to Yeşilçam, the local movie industry, also providing technical support. Osep Bey had walked into the building at Galatasaray during a lunch break and checking the empty offices had made his way to the 3rd floor, finally meeting me by sheer luck. He told me that he needed information about cine films, being as courteous as he always is. The application he had in mind was unbelievable. I used to come across amazing technical solutions caused by tight budgets especially in the film industry but this was unheard of. Osep was shooting touristic views of İstanbul with colour negative film, splicing individual frames one by one into a carefully registered 35mm strip, further splicing the two ends of the strip into a loop, he would print the images to positive film on a cinematographic printer that he had himself modified for this specific purpose. He then processed the printed film in chemicals he mixed himself. The result was positive transparencies. These images were later mounted into cardboard frames and sold to tourists as “slides” of İstanbul. Osep Bey had come to Darfilm in order to find out if ORWO film stock, considerably cheaper but with a non-standard chemical structure, would yield acceptable results. It was a difficult question indeed. After presenting him formula books, technical sheets etc. I soon visited him at his studio located at Ağa Camii Street, at Beyoğlu. Starlette photographs stacked in a display welcomed me at the gate of the building. I watched with amazement his vast studio, his weird printer I was unable to visualise when he was describing it to me earlier.

He then told me that he would like to offer me a portrait in exchange for the attention I had paid for him. I sat under the lights. The master photographer, towing a huge Linhof camera on its wheels, slowly disappeared in the darkness. I heard him shout from a distance. “Dear Cem bey, I always shoot from far away, using a tele lens. I don’t like being too close, to work under someone’s nose. That makes the client disturbed and uneasy, and that also ruins the picture.”

That photograph, my image where I am depicted trying to catch a glimpse of Osep’s soft, sad face in the depths of the dark studio, travelled the world with me. Alas, Osep himself got trapped inside a chess board, with the uneasy and slow pace of a pawn, striving to reach the final row.

Get to know this man, who likes talking about his childhood rather than his youth, cats he is taking care of rather than his cameras. Books may teach you photography but what you may learn from Osep Minasoğlu on “being a photographer”, you cannot find anywhere else but here, in this formula, in this blend.

I am; myself, grateful to him.

* * *

Biraz Kimya, Biraz Rüya.

by Orhan Cem Çetin

Fotoğrafçılık tuhaf bir meslektir. Garip bir karma, sihirli bir harmandır bu iş. Biraz ondan, biraz bundan. Biraz mühendislik, biraz ressamlık, bir miktar sebat, bolca merak, biraz kimya, biraz rüya, üstüne arzuya göre inat. Sırdaşlık ve keskin nişancılıkla tamamlanır bu gizli formül.

Çok şey yazılıp çizildi fotoğrafçının şuuraltı hakkında. Röntgencilikten girip unutkanlıktan çıkan, onu hakikatın katlinden tutun da, büyücülükle, günahkarlıkla, yalancılıkla suçlayan, bir yandan da tarih yazıyor, her nasılsa anları ölümsüzleştiriyor diye yerlere göklere sığdıramayan türlü yergi ve övgülerin hedefi oldu fotoğrafçılar.

Her fotoğrafçı, kendi özgün harmanı ile üslubunu çizer, külliyatını buna göre oluşturur, kaderini tab eder. Derler ki, bir fotoğrafçı aslında hayatı boyunca kendi belgeselini çeker. Buradaki işlere bir de bu gözle bakın. Bugüne ulaşabilen fotoğraflarının pek azında kendisinin görünmesine karşın, Osep Minasoğlu’nun sıradışı öyküsünü bir çırpıda göreceksiniz.

Tanıdığım ilk hakiki fotoğrafçılar, Üsküdar’da, Doğancılar Yokuşu’ndaki Foto Kenan ve karanlıkodacısı Zühtü idi. 40 yıl önceki o günlerden bugüne sayısız meslektaşımla tanıştım. Beyazıt Meydanı’ndaki kör Polaroidci’den Şahin Kaygun’a, Josef Koudelka’dan Juergen Teller’e kadar çok farklı harmanlara bizzat tanık oldum. Hiçbiri beni Osep Bey kadar şaşırtmadı, hiçbirinden daha büyük bir hayat dersi almadım.

Fotoğrafçılar bir araya geldiklerinde -ne yazık ki- en çok alet edevattan, tekniklerden, çekimlerden söz eder, kimin daha iyi olduğunu kanıtlama çabasına girerler. Osep Minasoğlu kadar anlatacak teknik bilgileri, karanlıkoda deneyimleri, icatları olsaydı, emin olun uykularında bile konuşurlar, saatin kaç olduğunu sorsanız size kimyadan ne kadar iyi anladıklarından dem vururlardı. Osep Bey ise, hala anlayamadığım çocuksu bir tevazu, bir talihsizlikler zinciri olan hayatına karşı gösterdiği benzersiz tevekkül ile, onu tüm birikimlerine karşın ustalıkla öğüten hırçın, umursamaz piyasanın kıyısında, sessizce sürüklenmeyi seçmiştir.

Onu ilk tanıdığımda, fotoğraf malzemeleri ithal eden, bir zamanların Darfilm firmasında teknik yönetici olarak çalışıyordum. Yeşilçam’a ORWO marka, Doğu Almanya ürünü sinema filmleri pazarlıyor, teknik destek veriyorduk. Osep Bey, firmanın Galatasaray’daki binasına bir öğle tatilinde girip, boş odaları yoklayarak sonunda 3. katta tesadüfen beni bulmuş ve sinema filmleri hakkında bilgi almak istediğini söylemişti, her zamanki olağanüstü kibarlığı ile. Anlattığı uygulama beni hayrete düşürmüştü. Düşük bütçelerin özellikle sinema sektöründe şaşırtıcı çözümlere vesile olmasına alışıktım ama böylesini hiç duymamıştım. Osep Bey, İstanbul’a dair turistik fotoğraflar çekip negatiflerini yan yana, kare kare birleştirerek delikleri ustalıkla hizalanmış uzun bir şerit elde ediyor, şeridin iki ucunu birbirine tutturup halka haline getiriyor, daha sonra bu sonsuz şeridi pozlama ünitesini kendi uygulamasına göre dönüştürdüğü bir sinematografik baskı makinesinde pozitif filme basarak, kendi hazırladığı kimyasallarla banyo ediyor ve sonuçta saydam, pozitif kareler elde ediyordu. Bu kareler daha sonra karton çerçevelere yerleştirilip turistlere İstanbul “slaytları” olarak satılıyordu. Osep Bey Darfilm’e, maliyeti nispeten düşük olan ancak kimyasal yapısı dünya standartlarından farklı olan ORWO filmlerin böyle bir uygulamada iyi sonuç verip vermeyeceğini öğrenmeye gelmişti. Yanıtı kolay verilemeyecek bir soruydu bu. Ona bazı formül kitapları, teknik dokümanlar vs. armağan ettikten sonra, arayı açmadan Ağa Camii Sokak’taki stüdyosunu ziyaret ettim. Beni ilk önce, hanın girişindeki starlet fotoğrafları ile dolu vitrini karşılamıştı. Uçsuz bucaksız stüdyosunu, bana daha önce anlatırken bir türlü hayal edemediğim o tuhaf baskı makinesini hayretle izledim.

Daha sonra Osep Bey, kendisine gösterdiğim ilginin karşılığı olarak bana bir portremi ikram etmek istediğini söyledi. Işıkların altına oturdum. Usta, devasa bir Linhof kamerayı tekerleklerinin üzerinde sürükleyerek karanlığın içinde kaybolup gitti. Uzaktan bana seslendiğini duydum. “Cem beyciğim, ben hep teleobjektifle uzaktan çekerim. İnsanın burnunun dibine girmeyi sevmem. Hem o zaman müşteri de rahatsız olur, huzuru kaçar, fotoğrafta iyi görünmez.”

O fotoğraf, bakışlarımın karanlık stüdyonun derinliklerinde Osep Bey’in yumuşak, hüzünlü çehresini aradığı o görüntüm, benimle birlikte dünyayı dolaştı. Osep Bey ise, son sıraya ulaşmaya çalışan bir piyonun telaşlı ve yavaş adımları ile, bir satranç tahtasının içinde sıkışıp kaldı.

Gençliğinden çok çocukluğunu, fotoğraf makinelerinden çok beslediği kedileri anlatmayı seven bu adamı tanıyın. Fotoğrafçılığı kitaplardan öğrenebilirsiniz ama “fotoğrafçı olmaya” dair Osep Bey’den öğrenebilecekleriniz, bu formülden, bu harmandan başka hiçbir yerde yok.

Ben, ona minnettarım.

* “A Bit Of Chemistry, A Bit Dreamy”
Cem Çetin, Orhan “Stüdyo Osep”, Tayfun Serttaş (ed.), Aras Yayıncılık, İstanbul, October 2009, pp. 168-169

Yeşilçam Onun Objektifine Gülümsedi

Senelerini fotoğrafa veren ve 6-7 Eylül olaylarında büyük darbeler alan Ermeni asıllı fotoğrafçı Osep Minasoğlu’nun hayatı sergi oldu. Sergide Minasoğlu’nun siyasi duruşundan öte sanatı ele alınıyor.

by Aysel Yaşa

Bazen tesadüf eseri öyle hayatlarla karşılaşırsınız ki kayıtsız kalmanız mümkün olmaz. O hikâye olanca çekiciliğiyle sizi de içerisine alır. İşte Osep Minasoğlu ve Tayfun Serttaş’ın öyküsü tam da bu türden. On sene önce bir sergide tanıştığı 60 yıllık fotoğrafçı Osep Minasoğlu’yla ilişkilerini hiç koparmayan genç sanatçı Serttaş, geçtiğimiz Çarşamba tam da Ermenistan maçının oynandığı gün Galeri NON’da Stüdyo Osep ismiyle bir sergi açtı. Sergiye geçmeden önce sizlere ilk olarak altmış yılını fotoğrafa adayan Ermeni Osep’in öyküsünü anlatacağım. 26 Şubat 1929 tarihinde Amber ve Yervant Minasoğlu çiftinin en küçük evlâdı olarak, dünyaya gelen Osep fotoğrafçılığa lisedeyken başlamış. Özel Saint Benoit Fransız Lisesi’ne devam ederken, Varlık vergisi ile tanışan Osep’in ailesi, Türkiye’nin ilk şoförlerinden ağabeyi Vahan’ın eve yaptığı otomobil parçası stoklarıyla bu zorlu zamanları atlatmayı bilmiş. İşte ne olmuşsa Osep’in hayatından bundan sonra olmuş. Yarıda bırakılan bir eğitim, yeni başlanan fotoğrafçılık, Ermenilik, Türklük derken epeyce yara almış. Daha sonra Kodak’ta çalışmaya başlayan Osep, 6-7 Eylül olaylarında Türkiye’den gitmek zorunda kalmış. Zaten bu ülkede onu derinden etkileyen iki önemli olay yaşamış. Biri Varlık Vergisi, diğeri ise 6-7 Eylül olayları. Osep o zorlu dönemleri büyük bir üzüntü içerisinde anlatıyor: “6-7 Eylül’de Taksim’de Kodak’ta çalışıyordum. Bütün İstanbul perişan oldu, dükkânlar yıkıldı, kasalar çalındı. Herkes Taksim’i gördü ama Samatya da o dönemde çok yara aldı.”

Fotoğrafların Yarısı Yandı

Çıkan olaylar yüzünden Kodak şirketi kapanınca Osep için o çok sevdiği Fransa’ya gitmek de şart olmuş. Fransa’da çok iyi yerlerde çalışan, Fransa Fotoğraf Sendikası’ndan dersler alan Osep Türkiye’den ayrı kalamamış ve 1962’de geri dönmüş. Artık daha güçlü ve işinde uzman olan fotoğrafçı o dönemde Taksim’de tüm konsoloslukların ve devlet adamlarının güvenerek çalıştığı bir isim haline gelmiş. Osep o günlere dair “Çok iyi paralar kazandım. Yurtdışındaki mecmuaları takip ederek Türkiye’de yapılmayanları yapıyordum. Ama hep paradan nefret ettim. Müşterilerimle para pazarlığı yapmazdım. Müşteri ne verirse versin ‘Allah bereket versin’ derdim” diyor. Daha sonraları maddi sıkıntılar yaşayınca arşivini bir arkadaşıma emanet eden Osep en büyük yıkımı orada yaşamış. 4 çelik kasa dolusu arşivi yanan fotoğrafçı her konuşmasında hüzünlenerek hatırlıyor bir daha geri gelmeyen arşivini. Bir dönem Yeşilçam’da set fotoğrafçısı olarak da çalışan Osep’e en büyük desteği eniştesi Kani Kıpçak vermiş. Hemen hemen Türk Sinemasının bütün jönlerinin fotoğraflarını çeken Osep’in ilk aklına gelenler ise Yılmaz Güney, Ayhan Işık, Zeki Müren, Halil Ergün, Türkan Şoray ve Kadir İnanır oluyor.

Ölürsem Arşivim Tayfun’undur

Fotoğrafçılık Osep için büyük bir sevda. İlerleyen yaşına rağmen o hala işini bırakmış değil: “Hala da aklım fikrim fotoğrafçılıktadır. Şu an Nikon D200 makinem var. Arada fotoğraf çekerim ama para pul için kimseyle pazarlık etmem. Gözüm az görür ama yine de iyi fotoğraflar çekerim”. Osep şimdi Satranç Kulübü’nde çektiği fotoğraflarla hayatını idame ettirmeye çalışıyor. Bir de dostum dediği Matmazel Maya’nın İsviçre’den gönderdiği 500 TL ile de kirasını ödeyebiliyor. Osep Minasoğlu böyle zorluklarla mücadele ederken bundan on yıl önce sanatçı Tayfun Serttaş’la tanışır. Tayfun bundan sonra hem Osep’e arkadaşlık eder, hem de elinde bulundurduğu değerli arşivin korunması için çabalar. Zaten Osep de “Ölürsem hayatta fotoğraflarımı bırakacağım bir ailem bile yok. Tayfun bunlara sahip çıkacaktır” diyor. Osep’e böyle bir sergi açma fikrini anlattığında çok olumlu tepkiler alan Serttaş hemen çalışmalara başlamış. Sonunda öyle kaliteli bir iş çıkarmış ki Osep bile bu kadar fotoğrafı nereden bulduğuna şaşırıp kalmış.

Klişe Bir Azınlık Öyküsü Değil

Antropoloji eğitimi alırken fotoğrafla tanışan Tayfun Serttaş’ın Stüdyo Osep sergisinin öyküsü on yıl öncesine dayanıyor. Sosyal bilimci ve Agos Gazetesi’nde yazılar yazan Serttaş “Bir süredir galericime zamanın daraldığını söylüyordum. Çünkü sergi açılmadan önce Osep ölseydi buradaki her şey bir anı objesi olarak kalacaktı. Anı eşyası olarak kalsınlar istemedim” diyor. Sergisinin asla klişe bir azınlık öyküsü olmadığına dikkat çeken sanatçı sergide mümkün olduğunca durumu ajite etmeden çalıştıklarını söylüyor.

Serttaş son bir yıldır yoğun bir şekilde emek verdiği sergisini “Sergiyi açarken doğru mesafelenmek gerekiyordu. Ben Osep’in fotografik tarihiyle ilgileniyordum çünkü. Yaşlılık, yoksulluk, Ermenilikten uzaklaşıp onu Osep olarak anlatmaktı niyetim. Osep Minasoğlu’nun seksen yıllık hayatı, 60 yıllık fotoğraf tarihi anlatılıyor sergide. Bu sergi benim için bir vicdani sorumluluktan öteydi” sözleriyle anlatıyor. Halen Osep’in elinde bulunan fotoğraflardan 35 tane daha sergi çıkacağını söyleyen Serttaş son olarak “Osep projeye destek çıktı. Biz ona lütfetmedik. Var olanı ortaya koyduk, değerini fark ettirmeye çalıştık. Onun adı Osman olsaydı bu iş farklı olurdu. Ama öyle olmadı. Ayrıca bu sergi ile beraber 400 sayfalık bir kitap da hazırlandı. Kitaba da galeri muamelesi yaptık” diyor.

Sergide Ne Var?

Üç büyük katmandan meydana gelen sergide biyografi, retrospektif ve video-enstalasyon dilleri arasında Minasoğlu’na ve fotoğrafın dönüşen fonksiyonlarına dair sistemli bir karşılaştırmalar bütünü yer alıyor. 80 senelik yaşam ve 60 senelik fotoğraf tarihi ile Osep Minasoğlu arşivi, büyük bölümü sanatsal kaygılar güdülmeden üretilerek günümüze ulaşabilen altı bine yakın dokümanın yeniden kurgulanması ile benzerine az rastlanır bir seçkiye dönüşüyor. Stüdyo Osep, izleyiciye, yeniden keşfedilmeye ve gösterilmeye değer bulunmuş bir dizi nostaljik arşivi deneyimlemek yerine, yakın tarihin toplumsal kesintileri ve bunun birey, kimlik ve kültür denkleminde yarattığı karmaşık etkiyi bugün üzerinden araştırmayı hedefleyen disiplinlerarası bir perspektif öneriyor.

* “Yeşilçam Onun Objektifine Gülümsedi”
by Aysel Yaşa, Yeni Şafak, 17th October 2009

Tayfun Serttaş’ın Stüdyo Osep’i

by Pırıl Güleşçi Arıkonmaz

NON, küratör kimliğiyle tanıdığımız Derya Demir’in geçtiğimiz ay hayata geçirdiği yeni galerisinin adı. ‘Geçersiz Sebep / Yeterli Neden’ adlı sergiyle açılışını gerçekleştiren galerinin ilk kişisel sergisi Tayfun Serttaş’ın ‘Stüdyo Osep’ başlıklı ilginç projesine ayrılmış.

Günümüz sanatında fotoğrafın, türlü anlatım dillerine araç olduğuna sıkça şahitlik ediyoruz. Ama bu sergide fotoğraf, hiç umulmadık bir içerikle çıkıyor karşımıza. Zamanında hiçbir sanatsal kaygı taşımaksızın üretilen, çoğu yangınlarda, su baskınlarında yok olan 60 senelik inanılmaz bir arşivin yeniden kurgulanarak farklı bir anlatıma dönüşümünü izliyoruz.

PARÇALANMIŞ KİMLİKLER

Bundan on sene önce Osep Minasoğlu’nun Tayfun Serttaş’a hediye ettiği otobüs biletiyle başlıyor bu serüven. Bugün 27 yaşındaki Serttaş ile 80 yaşındaki Minasoğlu’nu buluşturan bu sergi, 10 yıllık bir araştırmanın ürünü.

Stüdyo Osep, İstanbul’un yaşayan en eski stüdyo ve set fotoğrafçılarından Osep Minasoğlu’nun 80 senelik yaşam ve fotoğraf tarihini yeniden üretmeye odaklanmış bir proje. Sanatçı, yazar ve sosyal bilimci Serttaş’ın ele aldığı bu proje, nostaljik bir arşivi gün ışığına çıkartmaktan öte Minasoğlu’nun çekmiş olduğu fotoğraflar aracılığıyla, bir dönemin ve bir yaşantının tüm gerçeklerini belgeler eşliğinde gözler önüne seriyor. Galerinin üç kata yayılan mekanında, günümüze ulaşabilen 6 bine yakın dokümanın arasından Serttaş’ın seçtiği fotoğraflar ve belgeler etkileyici bir kurgu içinde sunulmuş. Sanki tüm yaşamı boyunca üst üste gelemeyen, parçalanmış ‘stüdyo Osep’, ‘Parisli Amca’ ve ‘Osep Minasoğlu’ kimlikleri bu projede yan yana gelerek bir bütünü oluşturmuş.

Kapıdan içeri girer girmez izleyiciyi, Osep Minasoğlu’nun seneler önce çektiği, geyik boynuzuyla poz vermiş dört gencin avant-garde fotoğrafı karşılıyor. Aynı katın duvarlarında çoğunlukla portre fotoğrafları var. Zaten çocuk ya da evlilik resimleri hiç çekmemiş. En alt kattaki 220 dakikalık söyleşisinde 80 yaşındaki Minasoğlu, geçmişten hatırlamak istediklerini aktarıyor. Çektiği İstanbul fotoğrafı, diaları ve negatifleri de bu videoya eşlik ediyor. En üst kat ise biyografisine ayrılmış. Hüviyetler, okul giriş belgeleri, Kaos GL için ‘Parisli Amca’ olarak kaleme aldığı yazıları, gazete kupürleri, çocukluk fotoğrafları, sevgilisi Claudia De Fazio’nun fotoğrafları..

KÜLLİYAT PROJESİ

Tayfun Serttaş tarafından hazırlanan Stüdyo Osep adlı kitap da sergiye eşlik ediyor. Açılış sabahı gezdiğim sergiyle ilgili olarak Derya Demir, kentin yakın tarihine ilişkin toplumsal tezatlar, minör olanın bireysel hafızası ve dönüşen yaşam pratikleri üzerinden günümüz tartışmalarına eklemlenen serginin, Cumhuriyet tarihine paralel bir perspektifte süreklilik kazandığını söylüyor.

Ermeni açılımının gündemde olduğu, cinsel tercihlerin halen alenen söylenemediği günümüz Türkiye’sinde Osep Minasoğlu’nun 60 yıla yayılan fotoğraf arşivini sorunsallaştıran Serttaş’ın külliyat projesi, bir birey üzerinden yaşamı sorguluyor.

* “Tayfun Serttaş’ın Stüdyo Osep’i”
by Pırıl Güleşçi Arıkonmaz, HABERTURK, 17th October 2009

Yaşayan Bir Tarihin Retrospektif Sergisi

Sanatçı, yazar ve sosyal bilimci Tayfun Serttaş’ın hazırladığı ‘Stüdyo Osep’ başlıklı retrospektif sergi, 14 Ekim Çarşamba akşamı Galeri NON’da sanatseverlerle buluştu. Sergiye paralel olarak hazırlanan ve Aras Yayıncılık’tan çıkan kitabın tanıtımının da yapıldığı açılışa çok sayıda davetli katıldı. Sergi, geçtiğimiz ay, 11. Uluslararası İstanbul Bienali’ne paralel düzenlenen ‘Geçersiz Sebep-Yeterli Neden’ sergisiyle açılan NON’da düzenlenen ilk solo sergi olma özelliğini taşıyor.

by Lora Baytar

Başlangıcı, bundan 10 yıl önce Tayfun Serttaş’ın Osep Minasoğlu’yla tanışmasına dek uzanan projede biyografi, retrospektif ve video-enstalasyon bölümleri arasında, Osep Minasoğlu’na ve fotoğrafın dönüşen fonksiyonlarına dair göndermeler yer alıyor.

Fotoğraf sanatçısı Osep Minasoğlu’nun 80 yıllık yaşamını ve 60 yıllık fotografik belleğini yeniden üreten kitap ise, ‘Biyografi’, ‘Retrospektif’ ve ‘Tanık’ olmak üzere üç temel bölümden meydana geliyor. Kitabın ‘Biyografi’ bölümünde 253, ‘Retrospektif’ bölümünde 153 olmak üzere toplam 408 görsel kullanılmış. Biyografi bölümünde yer alan metinlerdeki Osep Minasoğlu’na ait ifadelerin tümü Tayfun Serttaş tarafından önceki yıllarda yapılan sözlü tarih ve röportaj çözümlemelerinden alıntılanmış.

Osep Minasoğlu kimdir?

26 Şubat 1929’da İstanbul Samatya’da doğan Osep Minasoğlu, Hacı Osep ailesinin en küçük çocuğudur. Anaokulunu İtalyan Rahibe Okulu’nda bitiren Minasoğlu, Özel Saint Benoit Fransız Lisesi’ne devam ederken, Varlık Vergisi olayını yaşar. Fotoğrafla bu yıllarda ilgilenmeye başlayan sanatçı Beyoğlu’ndaki Kodak şirketinde çalışmaya başlar. Bu sırada 6-7 Eylül olayları patlak verir. Minasoğlu da Fransa’nın başkenti Paris’e gidip, orada fotoğrafçılığın inceliklerini öğrenir.

Paris’teki altı yılın ardından İstanbul’a döner ve dönemin en büyük fotoğraf stüdyosunu kurar: Osep Fotoğrafçılık. Ardından Show Stüdyosu gelir.
İlk otomatik baskı makineleri, ilk diyapozitifler onun sayesinde Türkiye’ye gelmiş, Yeşilçam’ın ünlü isimlerini bu yıllarda fotoğraflamaya başlamıştı.
Son yıllarda sağlık sorunları yaşayan Minasoğlu, yaşamını, çektiği siyah-beyaz fotoğrafların satışından kazandığı parayla sürdürüyor.

Sergiden ve kitaptan

Sergide ve kitapta yer alan fotoğraflar arasında Osep Minasoğlu’nun, anneannesi Makruhi Hanım’ın evinin terasından çektiği ilk fotoğraf olan Samatya, Surp Kevork Kilisesi’nin fotoğrafı, aile arşivlerinden kalan define haritaları ve Osep Minasoğlu’nun Paris günlerinden fotoğraflar da yer alıyor. Bunlar arasında Minasoğlu’nun Societe Romaphot şirketinde çalıştığı yıllardan bir maaş bordrosu, Osep Minasoğlu’nun Paris Alliance Française’de dil eğitimi gördüğü yıllardan bir öğrenci kimlik kartı da dikkat çekici.

Osep Minasoğlu’nu Stüdyo Osep’teki çalışma masasında gösteren fotoğrafın yanı sıra Yılmaz Güney’in, Stüdyo Osep’te tab edilen fotoğraf filmlerini kontrol ederken göründüğü iki fotoğrafa da yer veriliyor. Kitapta yer alan fotoğraflar, Osep Minasoğlu’nun Türkiye sinema tarihi açısından da önemli olan arşivinden bir bölümü gözler önüne seriyor.

Parlak günler

Uzunca bir dönem çok başarılı işler yapan Osep Minasoğlu o günlerini kitapta şu sözlerle anlatıyor: “1964 senesinde epeyce para kazanmış durumda idim ve o zaman Beyoğlu’ndaki, Hacı Abdullah Lokantası’nın bulunduğu yerdeki, Hacı Abdullah’ın üzerindeki 352 metrekarelik bir yeri kiralamış idim. O zamanlar, Peri Mecmuası’nı çıkaran Mahmut Zeki isminde bir zat vardı ve bu adam işini çok iyi idare eder ve oranın birçok işleri benim atölyemde çekilir idi. Mahmut Zeki’nin birçok resimleri bende çekilir ve biraz, ve biraz bayan resimlerinde, biraz çıplak resimler de olabilirdi ve bunları çok iyi şekilde çekebilirdim. Stüdyom oldukça geniş idi ve epeyce bir vakit bunu devam ettik ve bu arada çok iyi paralar kazandım.

O sıralarda müessesenin ismi Stüdyo Osep olarak devam etti ve epeyce bir iş devam etti. O sıralar, bir iki sene sonra, iş oldukça hareketlendi ve amatör işi çok rağbet buldu, renkli fotoğraf baskıları başlamış idi. Birçok atölyeler çok basit makinelerle renkli fotoğraf yapıyorlar idi ve o sene Fransa’ya gittim, Fransa’daki eski çalıştığım firmayı gezerek, orada beğendiğim birçok yerleri gezdim ve orada 60 bin dolara çok muazzam bir makine satın aldım ve kısa bir zaman sonra stüdyoma getirdim ve o zamanlar stüdyomun ismini ‘Stüdyo Show’a çevirdim.”

Minasoğlu’nun 80 yıllık yaşamını gözler önüne seren sergi, bir anlamda Osep Minasoğlu’nu da yaşayan bir tarih olarak karşımıza çıkarıyor.

* “Yaşayan Bir Tarihin Retrospektif Sergisi”
by Lora Baytar, AGOS, 16th October 2009