A Bit Of Chemistry, A Bit Dreamy
by Orhan Cem Çetin
Photography is a peculiar profession. It is an extraordinary mixture, a magical blend. A bit of this, a wisp of that. Some engineering, some painting, an amount of patience, a whole lot of curiosity, a bit of chemistry, a bit dreamy, top it off with stubbornness, to your taste. This hidden formula is finally completed with secret keeping and sharpshooting.
So much has been said about the subconscious of the photographer. From peeping to amnesia, from being the murderer of reality to occultism, from being sinfulness to being a liar, next to being highly praised for writing history and somehow preserving moments to eternity, photographers have been the target of all sorts of greetings and condemnation alike.
Every photographer shapes his/her style with a unique blend, builds his/her body of work accordingly and prints his/her fate. The saying goes that actually every photographer shoots a self-documentary throughout his/her life. Look at the images here with this in mind as well. Although he appears in very few of his photographs which were able to survive, you will immediately see the amazing story of Osep Minasoğlu.
The first real photographers I had met were “Foto” Kenan and his darkroom technician Zühtü at Üsküdar, Doğancılar. During the 40 years that passed since then, I have met with so many others, from the blind Polaroid photographer at Beyazıt Square to Şahin Kaygun, from Josef Koudelka to Juergen Teller, personally witnessing so many different blends. None was a bigger surprise, a bigger life lesson for me than Osep Minasoğlu.
When photographers gather, they -unfortunately- talk mostly about tools, gadgets, techniques and jobs in an effort to out-skill one another. If they had as much technical knowledge, darkroom experience and inventions as Osep Mianasoğlu, I assure you, they would talk even in their sleep and if you ask them the time, they would mention how well they know chemistry as a reply. Osep Bey on the other hand, with his childish modesty I am yet to understand, with his exceptional resignation against his life, a chain of mischieves, silently chose to be swept away at the edge of the indifferent trade, being skilfully shredded despite all his merits.
When I first met him, I was working for a now closed major importer of photographic goods, namely Darfilm company, as technical manager. We used to sell ORWO brand, East German cinematographic films to Yeşilçam, the local movie industry, also providing technical support. Osep Bey had walked into the building at Galatasaray during a lunch break and checking the empty offices had made his way to the 3rd floor, finally meeting me by sheer luck. He told me that he needed information about cine films, being as courteous as he always is. The application he had in mind was unbelievable. I used to come across amazing technical solutions caused by tight budgets especially in the film industry but this was unheard of. Osep was shooting touristic views of İstanbul with colour negative film, splicing individual frames one by one into a carefully registered 35mm strip, further splicing the two ends of the strip into a loop, he would print the images to positive film on a cinematographic printer that he had himself modified for this specific purpose. He then processed the printed film in chemicals he mixed himself. The result was positive transparencies. These images were later mounted into cardboard frames and sold to tourists as “slides” of İstanbul. Osep Bey had come to Darfilm in order to find out if ORWO film stock, considerably cheaper but with a non-standard chemical structure, would yield acceptable results. It was a difficult question indeed. After presenting him formula books, technical sheets etc. I soon visited him at his studio located at Ağa Camii Street, at Beyoğlu. Starlette photographs stacked in a display welcomed me at the gate of the building. I watched with amazement his vast studio, his weird printer I was unable to visualise when he was describing it to me earlier.
He then told me that he would like to offer me a portrait in exchange for the attention I had paid for him. I sat under the lights. The master photographer, towing a huge Linhof camera on its wheels, slowly disappeared in the darkness. I heard him shout from a distance. “Dear Cem bey, I always shoot from far away, using a tele lens. I don’t like being too close, to work under someone’s nose. That makes the client disturbed and uneasy, and that also ruins the picture.”
That photograph, my image where I am depicted trying to catch a glimpse of Osep’s soft, sad face in the depths of the dark studio, travelled the world with me. Alas, Osep himself got trapped inside a chess board, with the uneasy and slow pace of a pawn, striving to reach the final row.
Get to know this man, who likes talking about his childhood rather than his youth, cats he is taking care of rather than his cameras. Books may teach you photography but what you may learn from Osep Minasoğlu on “being a photographer”, you cannot find anywhere else but here, in this formula, in this blend.
I am; myself, grateful to him.
* * *
Biraz Kimya, Biraz Rüya.
by Orhan Cem Çetin
Fotoğrafçılık tuhaf bir meslektir. Garip bir karma, sihirli bir harmandır bu iş. Biraz ondan, biraz bundan. Biraz mühendislik, biraz ressamlık, bir miktar sebat, bolca merak, biraz kimya, biraz rüya, üstüne arzuya göre inat. Sırdaşlık ve keskin nişancılıkla tamamlanır bu gizli formül.
Çok şey yazılıp çizildi fotoğrafçının şuuraltı hakkında. Röntgencilikten girip unutkanlıktan çıkan, onu hakikatın katlinden tutun da, büyücülükle, günahkarlıkla, yalancılıkla suçlayan, bir yandan da tarih yazıyor, her nasılsa anları ölümsüzleştiriyor diye yerlere göklere sığdıramayan türlü yergi ve övgülerin hedefi oldu fotoğrafçılar.
Her fotoğrafçı, kendi özgün harmanı ile üslubunu çizer, külliyatını buna göre oluşturur, kaderini tab eder. Derler ki, bir fotoğrafçı aslında hayatı boyunca kendi belgeselini çeker. Buradaki işlere bir de bu gözle bakın. Bugüne ulaşabilen fotoğraflarının pek azında kendisinin görünmesine karşın, Osep Minasoğlu’nun sıradışı öyküsünü bir çırpıda göreceksiniz.
Tanıdığım ilk hakiki fotoğrafçılar, Üsküdar’da, Doğancılar Yokuşu’ndaki Foto Kenan ve karanlıkodacısı Zühtü idi. 40 yıl önceki o günlerden bugüne sayısız meslektaşımla tanıştım. Beyazıt Meydanı’ndaki kör Polaroidci’den Şahin Kaygun’a, Josef Koudelka’dan Juergen Teller’e kadar çok farklı harmanlara bizzat tanık oldum. Hiçbiri beni Osep Bey kadar şaşırtmadı, hiçbirinden daha büyük bir hayat dersi almadım.
Fotoğrafçılar bir araya geldiklerinde -ne yazık ki- en çok alet edevattan, tekniklerden, çekimlerden söz eder, kimin daha iyi olduğunu kanıtlama çabasına girerler. Osep Minasoğlu kadar anlatacak teknik bilgileri, karanlıkoda deneyimleri, icatları olsaydı, emin olun uykularında bile konuşurlar, saatin kaç olduğunu sorsanız size kimyadan ne kadar iyi anladıklarından dem vururlardı. Osep Bey ise, hala anlayamadığım çocuksu bir tevazu, bir talihsizlikler zinciri olan hayatına karşı gösterdiği benzersiz tevekkül ile, onu tüm birikimlerine karşın ustalıkla öğüten hırçın, umursamaz piyasanın kıyısında, sessizce sürüklenmeyi seçmiştir.
Onu ilk tanıdığımda, fotoğraf malzemeleri ithal eden, bir zamanların Darfilm firmasında teknik yönetici olarak çalışıyordum. Yeşilçam’a ORWO marka, Doğu Almanya ürünü sinema filmleri pazarlıyor, teknik destek veriyorduk. Osep Bey, firmanın Galatasaray’daki binasına bir öğle tatilinde girip, boş odaları yoklayarak sonunda 3. katta tesadüfen beni bulmuş ve sinema filmleri hakkında bilgi almak istediğini söylemişti, her zamanki olağanüstü kibarlığı ile. Anlattığı uygulama beni hayrete düşürmüştü. Düşük bütçelerin özellikle sinema sektöründe şaşırtıcı çözümlere vesile olmasına alışıktım ama böylesini hiç duymamıştım. Osep Bey, İstanbul’a dair turistik fotoğraflar çekip negatiflerini yan yana, kare kare birleştirerek delikleri ustalıkla hizalanmış uzun bir şerit elde ediyor, şeridin iki ucunu birbirine tutturup halka haline getiriyor, daha sonra bu sonsuz şeridi pozlama ünitesini kendi uygulamasına göre dönüştürdüğü bir sinematografik baskı makinesinde pozitif filme basarak, kendi hazırladığı kimyasallarla banyo ediyor ve sonuçta saydam, pozitif kareler elde ediyordu. Bu kareler daha sonra karton çerçevelere yerleştirilip turistlere İstanbul “slaytları” olarak satılıyordu. Osep Bey Darfilm’e, maliyeti nispeten düşük olan ancak kimyasal yapısı dünya standartlarından farklı olan ORWO filmlerin böyle bir uygulamada iyi sonuç verip vermeyeceğini öğrenmeye gelmişti. Yanıtı kolay verilemeyecek bir soruydu bu. Ona bazı formül kitapları, teknik dokümanlar vs. armağan ettikten sonra, arayı açmadan Ağa Camii Sokak’taki stüdyosunu ziyaret ettim. Beni ilk önce, hanın girişindeki starlet fotoğrafları ile dolu vitrini karşılamıştı. Uçsuz bucaksız stüdyosunu, bana daha önce anlatırken bir türlü hayal edemediğim o tuhaf baskı makinesini hayretle izledim.
Daha sonra Osep Bey, kendisine gösterdiğim ilginin karşılığı olarak bana bir portremi ikram etmek istediğini söyledi. Işıkların altına oturdum. Usta, devasa bir Linhof kamerayı tekerleklerinin üzerinde sürükleyerek karanlığın içinde kaybolup gitti. Uzaktan bana seslendiğini duydum. “Cem beyciğim, ben hep teleobjektifle uzaktan çekerim. İnsanın burnunun dibine girmeyi sevmem. Hem o zaman müşteri de rahatsız olur, huzuru kaçar, fotoğrafta iyi görünmez.”
O fotoğraf, bakışlarımın karanlık stüdyonun derinliklerinde Osep Bey’in yumuşak, hüzünlü çehresini aradığı o görüntüm, benimle birlikte dünyayı dolaştı. Osep Bey ise, son sıraya ulaşmaya çalışan bir piyonun telaşlı ve yavaş adımları ile, bir satranç tahtasının içinde sıkışıp kaldı.
Gençliğinden çok çocukluğunu, fotoğraf makinelerinden çok beslediği kedileri anlatmayı seven bu adamı tanıyın. Fotoğrafçılığı kitaplardan öğrenebilirsiniz ama “fotoğrafçı olmaya” dair Osep Bey’den öğrenebilecekleriniz, bu formülden, bu harmandan başka hiçbir yerde yok.
Ben, ona minnettarım.
* “A Bit Of Chemistry, A Bit Dreamy”
Cem Çetin, Orhan “Stüdyo Osep”, Tayfun Serttaş (ed.), Aras Yayıncılık, İstanbul, October 2009, pp. 168-169