‘BU BİR FOTOĞRAF SERGİSİ DEĞİLDİR’

Tayfun Serttaş’ın Cumhuriyet’in ilk kadın stüdyo fotoğrafçılarından Maryam Şahinyan’ın arşivinden oluşturduğu ‘FLASHBLACK’ isimli kişisel sergisini, Ayşe Özbek Karasu HT Pazar’daki köşesine taşımıştı… Çok ilgi gördü. 11 bin fotoğraftan meydana gelen, dönemin sosyal hayatına ışık tutan serginin son günlerinde Tayfun Serttaş ile konuştuk.

by Ekin TÜRKANTOS

Cumhuriyet’imizin ilk kadın fotoğrafçısı olan 60 yıl boyunca stüdyo fotoğrafçılığı yapan Maryam Şahinyan’ın 200 bin resimlik arşivi Tayfun Serttaş’ın yorumu ile ilk kez Pilevneli’de sergileniyor. Şahinyan’ın arşivinin 2011’de kamuya açılmasının ardından ilk kez bir galeri bünyesinde sergilenen Şahinyan arşivi, galerinin 15 metre yüksekliğindeki müstakil cephe duvarından giriş katına yayılarak izleyiciyi içine alan agrandisör boyutlarında üretilmiş 11 bin parça fotoğraftan meydana geliyor. Aynı anda 11 bin imaja bakmamızı öneren bu devasa yerleştirme dönemin giyim zevkinden yaşayış biçimine birçok detayı barındırıyor. Tayfun Serttaş ile bu zengin arşivden yola çıkarak görsel arşivlerle kurduğu ilişkiyi değerlendirdik.

Cumhuriyet’imizin ilk kadın fotoğrafçısı Maryam Şahinyan ile ilgili çalışmaya ne zaman, nasıl karar verdiniz?

2009’da yine arşiv tabanlı bir sergi olan Stüdyo Osep’i açtığımda kitap için Aras Yayıncılık ile çalışmıştık. O esnada yayıncım Yetvart Tomasyan elindeki benzer bir arşivin varlığından ve 20 seneye yakındır bu arşivi koruduğundan bahsetmişti. Fotoğrafçının bir kadın olduğunu öğrenince derhal görmek istedim. İlk aşamada 3 kutu örnek alabildim yanıma, onları inceledikten sonra gerisine ikna olmuştum.

Arşivde çalışmaya karar verdikten sonra nasıl bir süreç başladı?

2009’da başladık, 2011’de SALT Galata’nın açılış sergisi olarak yetiştirdik. Fotoğraf çekmek ile fotoğraf yapmak arasında bir fark var. Bu açıdan projeyi öncelikle fotoğrafı ‘yapılan’ bir medyum olarak öngörebilmeliyiz. Fotoğrafı çekene zaten saygıda kusur yok, fakat biz onun bu pratiği üzerine ne koyduk? Maryam Şahinyan, bu fotoğrafları çekti ve agrandisör tekniğiyle bastı, baskıları ise sattı. Film arşivleri, müşterilerin aynı kareye tekrar ihtiyaç duymaları halinde kullanılmak üzere korunur. Arşivin tamamı cam levha negatifler ve 10x15cm ebatlarındaki selülozik tabaka filmlerden meydana geliyor. Onlara çıplak gözle bakarsanız simsiyah bir zift tabakası görürsünüz. İmajı görebilmek için filmin ortaya çıkarılması gerekiyor. Bu başlı başına bir mesai. Dijitalizasyon, her bir dijital verinin sayısallaşması, renklendirme, dijital restorasyon ve rötuş şeklinde devam eden hayli meşakkatli bir süreç. Bu uygulamalara kısaca ‘görselleştirme’ diyoruz, görselleştirme sonucu imajları bugünkü biçimiyle algılayabiliyoruz.

Sanıyorum, Maryam Şahinyan arşivi 2011’de kamuya açılmasının ardından ilk kez bir galeri bünyesinde sergileniyor…

İstanbullu izleyicinin Şahinyan arşivi konusunda pek şanslı olduğunu söyleyemem. Arşivin 2011’de SALT Galata’da kamuya açılmasının ardından bütünlüklü bir sergi yapamadık. Ertesinde diğer sergi ve projelere ayırdığım mesai bir yana, hacim olarak böylesine büyük bir arşivi kaldıracak mekân ve prodüksiyon sağlamak İstanbul koşullarında imkânsız görünüyordu. Bu süreçte en kapsamlı sergi 2013’te FOAM (Fotografiemuseum Amsterdam) tarafından gerçekleştirildi, 2012’de Espace Cultural Louis Vuitton’da arşivden bir seçki Parisli izleyiciyle buluştu, 2015’te yine Paris’te gerçekleştirdiğim ‘100 ans avant, 100 ans après’ başlıklı kişisel sergimin büyük bölümü Şahinyan arşivine dayanıyordu. Fakat tüm bu sergilerin İstanbullu izleyiciye dönüşü olmadı. Şahinyan arşivinin büyük gizemi, gündelik yaşam sosyolojisinin temsiline dayanmasıdır.

Şahinyan, 60 yıl stüdyo fotoğrafçılığı yapmış. Fotoğrafları tararken ne gibi ilginç ayrıntılara ulaştınız?

Çok şaşırmadım, İstanbul tarihine hâkim biriyim, beklediğim şekilde ilerledi. Gerçek şaşkınlığı sergiyi açtıktan sonra yaşadım. Arşivdeki insanların hayatta olduklarını bilmiyordum. 2011’den beri çok fazla insana ulaştık. Şahinyan arşivindeki insanların büyük bölümü hâlâ aramızda, Elmadağ yokuşundan inerken yanınızdan geçen yaşlı çiftin o arşivdeki çocuklardan biri olma ihtimali sandığınızdan daha yüksek. Diğer yandan sanki hiç yaşanmamışçasına ‘ideal bir geçmişe’ gönderme yapıyor fotoğraflar. Asla yakalayamayacağımız kadar uzak/ hayal bir geçmişin temsiline… Ama gerçek öyle değil, hangi ara böylesine paradoksal bir kopuş yaşadık, soru bu. Biz en son kimdik? Sahi İstanbul neydi?

‘GÖRSELLERİN OLUŞMASINDAKİ TEK İRADE, BİZZAT KADINLARIN İRADESİ’

Arşiv bu zamana kadar nasıl muhafaza edilmiş?

1980’li yılların son çeyreğinde yaşlılık nedeniyle stüdyoyu tüm malzemeleriyle asistanına devrediyor. O da birkaç sene bu işi Üsküdar’da sürdürüyor. Ancak değişen fotoğraf teknolojisiyle stüdyo fotoğrafçılığı da bitmek üzere, haliyle birkaç sene uğraştıktan sonra kapatıyor. O esnada arşivin ortada kaldığını öğrenen yayıncım devreye giriyor ve arşivi tekrar Beyoğlu’na, Hıdivyal Palas’ın dördüncü katındaki depoya taşıyor. O tarihten itibaren neredeyse hiç el sürülmeden bütünlüklü biçimde korunarak bugüne ulaşıyor.

Şahinyan’ın fotoğraflarından çekim tekniğine ya da bir kadın bakış açısı olarak öne çıkan ne gibi ayrıntılara ulaştınız?

Kadın olmasının stüdyoya getirdiği iki temel avantaj var, birincisi stüdyonun müşteri kitlesinin büyük oranda kadınlardan meydana gelmesi, ikinci ise bu müşterilerin kendine özgü bir görsel dil yaratmaları. Objektifin arkasındaki gözün kadın olması mizansenlere yansıyor ve bir erkek stüdyo fotoğrafçısı karşısında asla cesaret edilemeyecek pozlar Maryam’a rahatlıkla veriliyor. Buradan günümüze miras kalan külliyat başka hiçbir envanter aracılığıyla ulaşamayacağımız ölçüde sivil ve hakkında sınırlı doneye sahip olduğumuz Cumhuriyet dönemi kadınlarının gündelik yaşam kültürlerini temsil etmesi açısından çok önemli. Bu görsellerin oluşmasındaki tek irade, bizzat kadınların iradesi.

‘FLASHBLACK, ANIT/HEYKEL FİKRİNE YAKIN DURAN BİR İŞTİR’

Enstalasyonun ortaya koyduğu temel düşünce nedir?

11 bin imaja aynı anda bakmayı denediğinizde gördüğünüz ilk şey fotoğraf olmuyor. Galerinin 15 metre yüksekliğindeki duvarındaki enstalasyon meseleyi ‘fotoğraf’ olmaktan çıkarıp başka bir mecraya taşımakla ilgili. Bu, stüdyo fotoğrafının sanat fotoğrafı içerisinde küçümsenen tarihine bir tür jest olarak okunabilir. Flashblack, Türkiye’de bir kişisel sergide gerçekleşmiş en yüksek sayıda fotoğrafa ev sahipliği yapsa da, gerçekte bu bir fotoğraf sergisi değildir. Serginin odaklandığı meseleler, fotoğrafın ‘fotografik’ alandaki tartışmalarıyla sınırlandırılamayacak ölçüde farklı güzergâhlarda ilerliyor. Bu enstalasyonu gerçekleştirmek için tek bir kadının mesleki mirasından emanet alıyorum. Bu, anıt/heykel fikrine çok daha yakın duran bir iştir. Bunu yaparken disiplinlerarası sanat deneyimimden devraldığım yöntemlere başvurdum.

MARYAM ŞAHİNYAN KİMDİR?

1911’de Sivas’ın en görkemli sivil yapılarından Şahinyan Konağı’nda doğdu. Dedesi Agop Şahinyan Paşa, 1877’de kurulan ilk Osmanlı Parlamentosu Meclis-i Mebusan’da Sivas’ı temsil ediyordu. Küçük bir çocukken tanıklık ettiği 1915 olaylarının akabinde hayatı değişti. Sivas’ın köklü ailelerinden Şahinyanlar, İstanbul’a gelerek Harbiye’de mütevazı bir apartman dairesine taşındı. Gençliğinde fotoğrafla ilgilenen baba Mihran Şahinyan, ailenin geçimini sağlayabilmek için 1933’te, Foto Galatasaray’a ortak oldu. Maryam Şahinyan ise Sainte Pulchérie Fransız Lisesi’nden maddi imkânsızlıklar nedeniyle ayrılarak babasına yardım etmeye başladı. 1937’de stüdyoyu tek başına işletmeye karar verdi. Hiç evlenmeyen Şahinyan, yarım asırlık meslek hayatında, Galatasaray’da 3 ayrı mekânda işlettiği stüdyosunda çalıştı. Türkçe ve Ermenice, Fransızca ve İtalyanca bilirdi. 1985’te yaşlılık nedeniyle stüdyosunu devretti ve 1996’da hayata gözlerini yumdu.

Kaynak; “BU BİR FOTOĞRAF SERGİSİ DEĞİLDİR”
Ekin TÜRKANTOS, 26 Mayıs 2018, HABERTURK

FLASHBLACK: Aynı anda 11 bin imaja bakabilir misiniz?

Tayfun Serttaş’ın Maryam Şahinyan arşivinden yola çıkarak hazırladığı FLASHBLACK sergisini ve son dönemde arşivlere olan ilgiyi konuştuk.

Tayfun Serttaş’ın FLASHBLACK isimli kişisel sergisine kapılarını açan Pilevneli Gallery, bir ay boyunca sanatçının görsel arşivlerle süregelen ilişkisinin mekânsal bağlamda kurgulandığı en kapsamlı sergiye ev sahipliği yapacak. Sergiye ismini veren FLASHBLACK isimli enstalasyon 2011 yılında kamuya açılmasının ardından ilk kez bir galeri bünyesinde sergilenen Maryam Şahinyan arşivinin fiziksel potansiyelinden ilham alıyor. Galerinin 15 metre yüksekliğindeki müstakil cephe duvarından giriş katına yayılarak izleyiciyi içine alan yerleştirme agrandisör boyutlarında üretilmiş 11 bin parça fotoğraftan meydana geliyor. Aynı anda 11 bin imaja bakmamızı öneren bu devasa yerleştirme çerçevesinde Serttaş ile arşivlerin günümüz sanatındaki konumu ve pratiğinin farklı evrelerinde görsel arşivlerle kurduğu ilişkiyi değerlendirdik.

by Kultiğin Kaan Akbulut

Maryam Şahinyan arşivinin 2011 yılından bu yana gelen bir kamuya açılma hikayesi var. SALT Galata’da ilk kez dijital olarak sergilendi, sergiye paralel olarak Aras Yayıncılık tarafından kitabını yaptın. Şimdi ise proje Pilevneli Gallery bünyesinde bir sergiye dönüştü. Bu iki süreç arasındaki yaklaşım farkını kısaca anlatır mısın?

2011 yılında arşivi kamuya açmanın yanı sıra Maryam Şahinyan gibi kimsenin hakkında fikir sahibi olmadığı, tarih sahnesinden silinmiş bir duayeni literatüre kazandırmak gibi son derece ciddi bir ağırlığı vardı bu işin. O günlerde benim kendi pratiğimi, bu arşivin benim nazarımda nerede durduğunu anlatmak gibi bir konforum olmadı. Öncelikle Foto Galatasaray’ı gösterecek, paralelinde Maryam Şahinyan’ın varlığını duyuracak ve o günkü sergi prensiplerine uygun olarak bu olağanüstü veri tabanı hakkında enformasyon sağlayacaktık. Tüm bu öncelikler gerçekleştikten ve ben arşiv ile baş başa kaldıktan sonra ancak bugünkü aşamaya gelebilirdik.

Bu açıdan benim için iki arşiv var, biri dünyanın geri kalanına anlatmak zorunda olduğum, normatif bir veri olarak arşiv. Diğeri ise kendi pratiğimin bir uzantısı olarak gördüğüm, kreatif bir mecra olarak arşiv. Bu ikisi aynı arşiv, bu iki prensibi de ortaya koyan benim, fakat birbirinden tamamen farklı zeminler.

Diğer yandan İstanbullu izleyicinin Şahinyan arşivi konusunda pek şanslı olduğunu söyleyemem. Arşivin 2011 yılında SALT Galata’da kamuya açılmasının ardından burada bir daha bütünlüklü bir sergi yapamadık. Ertesindeki sergi ve projelere ayırdığım mesai bir yana, hacim olarak böylesine büyük bir arşivi kaldıracak mekan ve prodüksiyon sağlamak İstanbul koşullarında imkansıza yakındı. Bu süreçte en kapsamlı sergi 2013 yılında FOAM (Fotografiemuseum Amsterdam) tarafından gerçekleştirildi, 2012’de Espace Cultural Louis Vuitton’da arşivden bir seçki Parisli izleyiciyle buluştu, 2015’te yine Paris’te gerçekleştirdiğim ‘100 ans avant, 100 ans après’ başlıklı kişisel sergimin büyük bölümü Şahinyan arşivine dayanmaktadır. Fakat tüm bu sergilerin İstanbullu izleyiciye dönüşü olmadı.

Kısaca İstanbullu izleyici bu arşivin varlığından haberdar oldu, fakat arşivi görmedi. 2011’deki sergide prensip olarak bir kare fotoğraf dahi basmadık, bir veri tabanı olarak bilgisayar monitörleri aracılığıyla izlenebiliyordu arşiv. Bu da sizin o an bu işe ne derece vakit ayırabileceğiniz ile ilgili, 15 dakikanız varsa 15 dakika içerisinde görebileceğiniz imaj sayısı klavyeyi kullanma hızınızla sınırlı. Dürüst olayım ben bile çok vakit geçiremedim o monitörlerin başında. İzleyici ise arşivden ziyade Maryam Şahinyan’a odaklandı, böyle olması da doğal çünkü çok orijinal bir karakter. Geldiğimiz noktada ise kimseye Maryam Şahinyan’ı anlatmak zorunda kalmıyoruz, zaten bilerek geliyorlar… Ve o gün tezahür edemedikleri kadar büyük bir iş ile karşı karşıya kalıyorlar.

2011’de başlayan sürecin bir sergiyle sonuçlanması için bu kadar zaman geçmesi gerekiyor muydu? Yedi sene biraz uzun değil mi arşivi bu noktaya taşımak için?

Bence bir es vermek gerekiyor çünkü bu gibi işleri sindirmeye ihtiyaç var. Diğer yandan maddi gerçeklikler var, fiziksel imkanlar ve imkansızlıklar var. Arşivin konservasyonu 2009’da başladı, bu süreci de eklersek aslında dokuz senedir bu iş üzerine kafa yoruyorum diyebilirim. Çünkü arşivi ele aldığım ilk günden itibaren benim yaratıcılığım açısından da anlam ifade ediyordu. Resmini ortaya çıkartmak için tuvale ilk fırça dokunuşlarını yapan bir ressam gibi düşünebiliriz. Ressam, nereye kadar boyacıdır? Boyama işi hangi noktada biter, hangi aşamadan sonra resim ortaya çıkar ve biz yapılan işe ‘resim’ demeye başlarız? Ben Maryam Şahinyan arşivi aracılığıyla çok büyük bir resim ortaya koymak istedim, bu da haliyle belli bir süreç gerektiriyor. Bu sürecin belli fiziksel imkanlarla buluşması gerekiyor. Bir işe zihninizde karar vermekle, uygulamaya başlamak arasında bazen yıllar geçebiliyor. Örneğin “Mimarlar Mezarlığı”na (2014) kaynaklık eden yazıtları öğrencilik yıllarımda fotoğraflayıp biriktirmeye başladım, zihnimdeki mermer replikalarını ise ancak 30’lu yaşlarımın başında üretebildim. Karar vermek bir anlık, fakat benim işlerimin arka planındaki iksir sabır.

İstanbul’daki galerilerin büyük bölümü ya apartman dairelerine ya da binalardaki renöve edilmiş garaj, dükkan, depo gibi ortak ünitelere konuşlanır. Yakın döneme kadar temelden ‘sanat galerisi’ olarak inşa edilmiş mekanlara pek rastlayamazdık. Pilevneli Gallery sıfırdan inşa edilmiş müstakil bir sergi makinesi olarak çok üstün mekânsal avantajlara sahip. Şahinyan arşivi gibi hayli hacimli bir külliyatı böylesine imkanlı bir mekana yerleştirmenin elbet bir çekiciliği var. Mekanı açıldığı günden itibaren defalarca ziyaret ettim, tüm katlardan izlenen (fakat hiçbir katın bağlanmadığı) müstakil cephe duvarı belirleyicidir. Benzer bir mimari çözümleme Jewish Museum Berlin’de vardır, binanın bir noktasında duvarlar sizi sıkıştırmaya başlar ve en sıkıştığınız bölümde kafanızı kaldırıp yukarıya bakarsanız hiçbir katın bağlanmadığı metrelerce yüksekliğin ucundaki aydınlanma deliği ile baş başa kalırsınız, ışık oradan süzülür. Yıllar sonra benzer bir hissi galerinin metrelerce yükseklikteki bağlantısız cephe duvarını izlerken yaşadım. Yüksekliği 15 metreye yaklaşan bu müstakil duvara duyduğum ilgiyle başladı diyebilirim Şahinyan arşivinin mekana yerleşmesi, aşama aşama tüm diğer katlara sızdı. Bu sayede 2011’de dijital olarak gerçekleştirdiğimiz yüzleşmeyi, bu kez fiziksel olarak gerçekleştirebilme imkanı yakaladık. Sergiye de ismini veren, 11 bin parçadan meydana gelen FLASHBLACK isimli enstalasyon bu duvarda doğdu.

Murat Pilevneli ile yollarınızın kesişmesi, arşivin fiziksel potansiyelini ortaya koymanız açısından da bir fırsata dönüştü diyebilir miyiz?

Rahatlıkla diyebiliriz çünkü Murat Pilevneli dışında kimse bireysel inisiyatifiyle böylesine ağır bir prodüksiyonun altına girmezdi. Benim arkadaşlarımla iş yapmamak gibi bir prensibim var, ama iş yaptığım insanlarla arkadaş olmaktan hoşlanıyorum. Murat bir dost olarak 2012’de birlikte gerçekleştirdiğimiz kişisel sergimden beri zaten hayatımdaydı. Birbirimizi hep takip ettik, iletişimi hiç kesmedik. Milyon dolar bütçelerle yola çıkmış bir kurum değil Pilevneli Gallery, devasa sponsorlar olmadan, kurumsal ortaklıklara dayanmadan, tamamen bireysel çabalarla şu an Türkiye sanatına büyük bir iyilik yapıyor Murat. Bir galerici olarak süreci çok daha hızlı dönüş alabileceği şekilde yürütmek yerine risk alan sergilerle ilerliyor ve bu tamamen onun bireysel vizyonuyla ilgili. Onun tereddütsüz inancı olmasa İstanbul’un malum koşullarında bu boyutta bir prodüksiyonun ortaya çıkabileceğini sanmıyorum. Bu açıdan bir galericiden ötedir, bir vizyoner olarak belirleyicidir. Diğer yandan galeri olağanüstü bir sinerji yakaladı, klasik sanat izleyicisi dışında yepyeni bir jenerasyonu, on binleri kendisine çekti mekan. İstanbul’da bu denli kamusallaşan bir galeri daha hatırlamıyorum. Şahinyan arşivinin de en büyük meselesi kamusallaşma ile ilgiliydi… İşte tam olarak bu noktadan başladık, bugüne geldi. Zira kamusallaşma, yüzleşmeyi sağlayabildiği ölçüde çok daha anlamlı.

Türkiye’nin içerisinde bulunduğu sosyal ve politik iklimi de hesaba kattığımızda, böyle bir enstalasyon aracılığıyla bugün bu işe dönmenin nasıl bir anlamı var?

Şahinyan arşivinin büyük gizemi, gündelik yaşam sosyolojisinin temsiline dayanmasıdır. Ancak 2011’de biz bu konu üzerine tartışırken, henüz Gezi bile olmamıştı, bir çokları meselenin bu yönünü kavramakta güçlük çekti. Konuşmamızın başında da bahsettiğim gibi, o gün arşive farklı parametreler üzerinden yaklaşıldı. Yanlış değildi, o gün öyle gerekliydi fakat bundan ibaret değildi. Örneğin arşivin belli bir zümre ve sınıfı temsil etmediğini özellikle vurgulamama rağmen Maryam Şahinyan’ın Ermeni olması nedeniyle ister istemez arşive de bir kimlik giydirildi. Bunun benim açımdan hiç sakıncası yok fakat Foto Galatasaray arşivi bizlere bundan daha fazlasını söylüyor. Stüdyonun müşteri kitlesini illa bir biçimde tarif edeceksek, onlar arasındaki en büyük payda ortak bir seküler yaşam kültürünü benimsemiş olmalarıdır. Bu kitlenin de yüzde 90’ı dönemin hiçbir stüdyosuyla kıyaslanmayacak oranda kadınlardır. Bu kadınların buluştukları ortak zemin, Gezi Direnişi boyunca dile getirdiğimiz talebi oluşturan zemin. Dönüp dolaşıp geldiğimiz yer ‘yaşam tarzlarımız’ meselesi… Bu bağlamda arşiv o günlerde ‘onlar’ olarak algılandı, fakat bugün bu konu biraz daha ‘bize’ döndü diyebilirim. Çünkü çok daha geniş bir kesim artık kendini çemberin dışında hissediyor ve bu hisle arşive yaklaştığında ister istemez kendi yaşam değerlerini de orada görmeye başlıyor. Özellikle kadın izleyicilerin çok hassas yaklaştıklarını gözlemliyorum imajlara, çünkü bugün kaybetmenin eşiğinde oldukları bir özgürlük alanına tanıklık ediyorlar. Biz aynı aksesuarları bugün takabilir miyiz, bu etek boyu ile sokağa çıkabilir miyiz, bu şapkaları kullanabilir miyiz, saçlarımızı bu model kestirsek nasıl karşılanır diye bakıyorlar.

İstanbul özelinde yaklaşırsak, Foto Galatasaray’ın 60 senede tanıklık ettiği dönüşüme bizler 10 sene içerisinde tanıklık ettik. Bu arşivi açtığımız günkü İstanbul ile bugünkü İstanbul arasında atom bombası düşmüş kadar fark var. Yaşadığımız sokakları tanıyamaz haldeyiz. Birçoğumuz bu nedenle ya kentten ayrıldı ya da ayrılma planları yapıyor. Benzerini Beyrut ve Varşova’da hissettiğim türden bir boşluk, hiçlik atmosferi musallat oldu kente. Üzerine sayısız anlamlar inşa ettiğimiz İstanbul bir anda ‘hiçbir yer’ oldu. Bu süreçte ortaya çıkan propaganda dili bundan 50 sene önce azınlıklara karşı uygulanan haksız propagandayı çağrıştırıyor. Toplumun bir kesimi, bir diğer kesime yaşam şekli üzerinden hedef gösteriliyor. Kullanılan argümanlar dahi neredeyse bire bir, din ile ilişkiler, kadın serbestliği, ekonomik refah gibi son derece bireysel alanlar politik birer ajitasyon malzemesi haline getiriliyor. İstisnasız her gün bu söylemin yıkıcı etkilerine maruz kalıyoruz. Bunun bireysel alanda yarattığı kopuş bir iki jenerasyonla telafi edilebilecek türden değil. Buradan baktığımız zaman arşiv bir köprü, hem kendi geçmişlerimizle hem de bugün ile hesaplaşmak açısından.

Tarih okumasının dizi senaryolarına indirgendiği bir ortamda, ortalama bir İstanbullunun bir iki jenerasyon öncesi ile arasındaki kültürel kopukluğu sorgulamaya açmak, aynı zamanda yaşadığımız sürecin tarihselliği ile ilgili. Ne yazık ki 20. yüzyıldan sonrasına tarih demeyen bir anlayış var artık, bu anlayışa göre İstanbul sükseli bir Ortaçağ megalopolü, işte sonra da rezidanslar ve AVM’ler geliyor… O arada aile büyüklerimizi de kapsayan jenerasyonların katkıları ve birikimleri harcanıyor tabi, onların bir tarihi yok gibi. 17. yüzyılda yaşamış bir karakterin hikayesi bizden bir önceki kuşağın hikayesinden çok daha fazla ilgi görüyor. Halbuki bizim gerçekliğimize yakın olan Ortaçağ kahramanları değil, onların hayatlarıyla kesişebilecek en ufak bir deneyim bugün mümkün değil. Şahinyan arşivinde fotoğraflanan insanların büyük bölümü hala aramızdalar, Elmadağ yokuşundan inerken yanından geçen yaşlı çiftin o arşivdeki çocuklardan biri olma ihtimali sandığından çok daha yüksek. Diğer yandan sanki hiç yaşanmamışçasına ‘ideal bir geçmişe’ gönderme yapıyor fotoğraflar. Asla yakalayamayacağımız kadar uzak/hayal bir geçmişin temsiline… Ama gerçek öyle değil, hangi ara böylesine paradoksal bir kopuş yaşadık, soru bu. Biz en son kimdik? Sahi İstanbul neydi?

Arşivin teknik olarak ele alınma sürecini özellikle merak ediyorum. Sana nasıl bir materyal olarak ulaştı? Konservasyon ve sayısallaştırma süresince nasıl çalıştınız?

Fotoğraf çekmek ile fotoğraf yapmak arasında bir fark var. Bu açıdan FLASHBLACK, öncelikle fotoğrafı ‘yapılan’ bir medyum olarak öngörebilmemizi gerektiriyor. Fotoğrafı çekene zaten saygıda kusur yok, fakat biz onun bu pratiği üzerine ne koyduk? Hangi aşamada devraldık, hangi aşamaya taşıdık? Maryam Şahinyan bu fotoğrafları çekti ve agrandisör tekniğiyle bastı, baskıları ise sattı. Film arşivleri, müşterilerin aynı kareye tekrar ihtiyaç duymaları halinde kullanılmak üzere korunur. Arşivin tamamı cam levha negatifler ve 10x15cm ebatlarındaki selülozik tabaka filmlerden meydana geliyor. Siz bu medyuma çıplak gözle bakmayı denerseniz simsiyah bir zift tabakasından fazlasını göremezsiniz. Şansınız varsa belki bir iki figür seçebilirsiniz.

İmajı görebilmeniz için öncelikle seneler içerisinde kimyasal reaksiyon sonucu oluşan bu tabakanın kaldırılıp filmin ortaya çıkartılması gerekiyor. Bundan sonraki aşama ise başlı başına bir mesai. Dijitalizasyon, her bir dijital verinin sayısallaşması, renklendirme, dijital restorasyon ve retouch şeklinde devam eden hayli meşakkatli bir süreç devreye giriyor. Bazı imajlar için haftalarca çalışmanız gerekebiliyor. Örneğin bu son sergide, elimizde ‘oldu’ dediğimiz bazı imajların aslında hiç olmadığını ilk kez fark ettik. Tekrar başa döndük, dijital veriyi sıfırdan işlemeye koyulduk. Burada Maryam Şahinyan’ın pratiğinin ötesinde bir işleyiş var, o günkü teknolojik olanakların el vermediği bir süreç. Bu uygulamaların toplamına kısaca ‘görselleştirme’ diyoruz, görselleştirme sonucu imajları bugünkü biçimiyle algılayabiliyoruz.

Arşivin görselleştirme süreci boyunca SALT çatısı altında üç yıl geçirdiniz bildiğim kadarıyla. O süreci anlatır mısın?

O gün henüz SALT kurulmamıştı, Platform Garanti Güncel Sanat Merkezi vardı. Sanatçı stüdyoları da Garanti Han’daydı. Açılış sergisini yapmak dışında aslında benim SALT ile pek ilişkim olmadı. 2009’da Vasıf Kortun ile görüştüm konuyu, birkaç kutu örnek almıştım yanıma, tereddütsüz destek verdi. Onun sağladığı alt yapı olmasa arşivin bugünlere taşınması eminim çok daha zor olurdu. 2009’da başladık, 2011 Kasım ayında SALT Galata’nın açılış sergisi olarak yetiştirdik projeyi. Üç sene boyunca durmaksızın; temizlik, dijitalizasyon, restorasyon, tasnif, kataloglama… Onlarca asistanla çalıştım bu üç yıl boyunca, benim yurtdışında olduğum dönemlerde onlar devam ettiler, Merve Elveren asistanların koordinasyonunu üstlendi, Vasıf Kortun zaten her aşamayı denetliyordu ve son güne kadar arşive olan ilgisi eksilmedi. Lorans Baruh arşivler konusunda gerçek bir uzman, onun kurumdaki varlığı beni daima motive etmiştir. Hepimiz açısından öğretici bir süreçti, örneğin bir dönem Beyrut’ta Arab Image Foundation ile çalıştım, özellikle cam levha negatiflerin konservasyonu konusunda bu kurumdan çok şey aldım, bebek adımları ile başlayan bir iş yıllar içerisinde bir tecrübeye dönüştü. Öğrencilik yıllarında bu projede asistan olarak yer alan Asena Hayal, Zeynep Beler, Arda Yorgancılar, Nesli Gül, Mustafa Hazneci sonrasında harika işler başardılar… Tüm bunları bir araya getirdiğimde Maryam Şahinyan arşivi esasen bizler açısından bir okul olmuş.

Bugün yaptığın şey aynı zamanda bu imajlara bir bilinç kazandırmakla da ilgili, teknik sürece paralel olarak ilerleyen teorik bir süreçten de bahsetmek gerekir mi? Teorik olarak bu arşivi anlamlandırma süreci nasıl oldu?

Kuşkusuz Maryam Şahinyan bu fotoğrafları bugün bizim o imajlara bakarken anladığımız bilinçle çekmedi. Stüdyo fotoğrafı, fotoğraf sanatı içerisinde bile küçümsenen, ticari olması ve doğrudan müşterinin talebine cevap vermesi nedeniyle sanatsal açıdan yorumlanması mümkün görülmeyen bir alan. Yakın tarihe kadar fotoğrafın ‘vasatı’ olarak algılanan, bir tür halk dili. Folklor. Aynı zamanda kamusal alan ile mahremiyet arasında bir ara yüz. Bugün ise biz bu ‘dile’ baktığımızda yakın tarih ile ilgili tanıklık etmemizin neredeyse imkansız olduğu bir temsil kültürüne ulaşıyoruz. Çok basit bir soru, Ara Güler’in İstanbul fotoğraflarında da 1950’lerin kent kültürüne tanıklık ederiz. Fakat Süleymaniye Cami’nin bahçesinde oynayan çıplak ayaklı çocuklar mı, yoksa Maryam Şahinyan arşivindeki kadınlar mı daha büyük bir yüzleşmedir, dediğimizde, burada farklı bir tartışmayı açmış oluruz. 1990’lı yıllara kadar stüdyo fotoğrafı görmezden gelindi. Bu tarihlerde de fotoğraf çevreleri tarafından değil, daha çok göstergebilimciler, dönemim felsefecileri ve sanatçılar aracılığıyla tartışılmaya başlandı. Modernizm ile birlikte şekillenen yeni kültürel ikonografiye dair önemli bir referans noktası olarak adeta baştan keşfedildi stüdyo fotoğrafı.

Walid Raad, Susan Meiselas, Akram Zaatari ve Vivan Sundaram gibi çok önemsediğim sanatçıların görsel arşivlere dayanan işleri bu açıdan belirleyicidir. Ben yalnızca arşiv tabanlı çalışmıyorum, fakat arşiv tabanlı işlerin pratiğime getirdiği başka sorumluluklar var. 2009’da Studio Osep’i açtığımda bir şaşkınlık oldu, bir arşivin sanat sahnesine taşınabileceği fikrine yabancıydı birçokları. Bu tip sergilerin emsali yoktu, İstanbullu izleyicinin zihninde daha önce yapılmış buna benzer örnekler yoktu. O gün meseleyi anlatabilmek için dünyadaki örneklerden bahsetmek zorunda kalıyorduk, arşiv nerede biter, sanat nerde başlar, neden yapılan iş dokümantasyondan ibaret değildir… Bugün böyle bir sorumluluk yok, artık yalnızca bu konuda uzmanlaşan kurumlar var İstanbul’da. Bu süreçte pratiğim açısından belirleyici olan bireysel inisiyatifimle, sanatçı pozisyonumla ve erken bir yaşta bu işe soyunmuş olmam olabilir. Çok isterdim Türkiye’de daha fazla sanatçının bu şekilde çalışmasını. Arşivsel veri bir yandan artık çok kullanılıyor fakat bir bütün olarak arşivin kendisi masaya yatırılmıyor. Şu sıra arşivlerin estetik cazibesi kavramsal içeriklerinden biraz daha ağır basıyor anladığım kadarıyla.

Son beş yıldır sergilerde arşivsel materyalleri görür olduk. Sahaflardan bulunan fotoğraflar, malzemeler sanatçılar tarafından işleniyor ve tekrar kullanıma sokuluyor. Sen bu ilgiyi neye bağlıyorsun?

Travma geçirmiş toplumlar geçmişe sığınırlar. Travma ve hafıza arasında bir tür savunma mekanizması ilişkisi var. Bu açıdan Beyrut çok önemli bir örnek, yarım asrı bulan iç savaşın ardından insanlar vaktiyle yemeğe çıktıkları restorana, berberlerine, sokaklarının köşesindeki butiğe dönmek istediler. Hayli basit, bu son derece gündelik şeylere ulaşmak bile neredeyse mucize çünkü hiçbir şey yerinde yok. Bu kez o geçmişin hikayesi ile yaşamaya başlıyorlar. Benzer bir eğilim Osmanlı tebaası diaspora topluluklarında vardır, senin aklına gelmeyecek Türkçe şarkıları dinlemeye devam ederler evlerinde, çünkü onlar için bıraktıkları ülke öyle bir yerdi. Dil devrimini görmedikleri için hatırladıkları Türkçe kelimeleri Osmanlı fonetiği ile kullanırlar ve doğrusunun bu olduğunu savunurlar. Bunun psikolojideki karşılığı kaybedilen aidiyet duygusunu onarmakla ilgili, bazen bir obje, bazen tek kare fotoğrafa sarılarak geçirilen hayatlar var.

Türkiye’nin bir aidiyet krizi var. Bu kriz 200 yılı bulan bir modernizm serüveninin merkezinde cereyan ediyor ve bu krizi çözebilmek uğruna her 30-40 senede bütün bir toplumsal birikim imha ediliyor. Bu açıdan yalnızca sanatçıların değil edebiyatçıların, sinemacıların, felsefecilerin uğrak referansları olmalı arşivler. Diğer yandan yakın tarihe kadar örneğin Almanya gibi son derece demokratik ülkelerde bile bir şeffaflık problemiydi arşiv. Resmi devlet aygıtı kendilerimiz ya da bir başkasına ait veriye ulaşmamızın sınırlarını hangi parametrelere dayanarak çiziyor? Yakın bir dönemde Türkiye’de hiç ulaşılamaz dediğimiz aile kütükleri e-devlet üzerinden kamuya açıldı, aslında istenirse ne denli kolay olduğunu gördük. Bazıları bu veriye bireysel çabalarıyla zaten ulaşmıştı, fakat daha büyük bir çoğunluk böyle bir imkanı olup olmadığından bile haberdar değildi. Ertesinde benzer bir paylaşım miras hakları üzerinden gerçekleşti. Birçok birey zaten en doğal hakkı olan bir bilgiye ancak lütfedilince ulaşabildi. Özellikle ‘lütuf’ sözcüğünü kullanıyorum, çünkü devletler bizlerle paylaştıklarından çok daha fazlasını saklamakla yükümlüler.

Yakın dönemde bazı sanatçılar bu birikime dönme gereksinimi duydular ve genellikle bireysel arşivleri tercih ettiler. Motivasyonlar farklı olabilir ama esasen arşivler kurgulanmış tarih okumasına birer delik açıyor, izleyicinin tarihle ilişkisini keşfe yoğunlaştırıyordu. Çünkü bildiklerimizden çok daha fazlasını bilememek üzere kurgulanmış bir sistemde yaşıyoruz. Sanat bir başka galakside değil bizzat bu sistemin içerisinde üretiliyor. Senelerdir yanı başımızdaki Suriye’de yüzyılın en korkunç savaşlarından birine tanıklık ediyor ve bugün hala bu savaş ile ilgili birçok şeyi bilmiyoruz, belki hiçbir zaman öğrenemeden göçüp gideceğiz… Yanı başımızda olup bitenler bile bu denli muğlak iken bundan yüz yıl önce gerçekleşmiş bir olayı resmi tarih anlatısına dayanarak çözümlemeye çalışmak kuşkusuz nafile. Tarihe karşı en büyük çaresizliğimiz aynı zamanda tarihin devlet aygıtlarına bağımlı tariflerinden kaynaklanıyor. Bu bağlamda elbette sanatçı bir sorunsal olarak arşivi değerlendiriyor ve ona başvuruyor.

Peki, arşiv malzemesinin bir sanat aracı olarak kullanımını nasıl bir teorik arka plana dayandırıyorsun? Sence bu malzemelerin enstitü gibi akademik ortamlar dışında kamusal alanlarda, sergilerde değerlendirilmesinin nasıl bir anlamı var?

Arşivin kendi doğasına dönük bir yaklaşım öncelikle onu ready-made olmaktan çıkarır. Maryam Şahinyan arşivi özelinde yaklaşalım; keşfedilen, işlenen, kavramsallaşan ve nihayetinde literatüre kazandırılan bir külliyat var. Burada belirleyici olan ilk adım arşivin gereksinimleri, sizin ondan ne yapmak istediğiniz ancak bu koşullar oluştuktan sonra mümkün. Arşivsel verinin sanat yapıtı olarak ortaya çıkmasında benim çok temel bir hassasiyetim var, arşiv araç mı, amaç mı? Türkiye’de üretilen işlerde arşivin çoğunlukla araçsallaştığına tanıklık ediyoruz, sıklıkla sanat yapıtına iliştirilen bir done gibi değerlendiriliyor. Halbuki onu resim ya da heykele iliştirmekten ziyade, kendi gereksinimleri çerçevesinde ele almak da mümkün. Bu açıdan üç gazete kupürünü çerçeveye alınca arşiv çalışmış olmuyorsunuz… Üç gazete kupürünü çerçeveye almış oluyorsunuz. Benzer mantıkla bir arşivin heykelini yaptığınızda heykel yapıyorsunuz, fotoğrafını çektiğinizde fotoğrafını çekmiş oluyorsunuz, tuvale aktardığınızda resmini yapıyorsunuz, burada arşivi hedeflemekten ziyade sanatçının kullandığı bireysel teknikler/tercihler devreye giriyor. Gayet tabi böylesi mümkün fakat arşivlerle çalışmanın gerektirdiği farklı bir metodoloji var, her bir arşivin kendine özgü talepleri var. Çünkü bir içerik olarak arşivi ele aldığınızda, hedeflediğinizde, bambaşka bir gerçeklikle karşı karşıya kalıyorsunuz, onu estetiğin alanına çekmekten öte gereksinimler doğuyor.

Ben bugüne kadar arşiv tabanlı bütün işlerimde enstalasyona başvurdum, bir bakıma arşivlerin pratiğimdeki karşılığı enstalasyon oldu. Yalnızca fotoğraf arşivleri değil, İstanbul’daki mimar yazıtlardan, kentin ilk doğa tarihi müzesine kadar araştırma tabanlı çalıştığım işlerimin tamamı site-spesifik enstalasyonlarda vücut buldu. Arşivsel veriyle farklı bir formda çalışmadım, bu nedenle rahatlıkla başka türlüsünü bilmiyorum diyebilirim. Fakat başka türlüsünü elbette görüyorum ve izliyorum. İyi olanlar da var, olmadığı durumda pek bir şey kaybetmeyeceklerimiz de… Burada asıl mesele Türkiye’de artık bu konuda bir heves olmasıdır, bence hayırlı olan bu. Son birkaç ay içerisinde kentte açılan sergilerin isimlerine bakın, %80’i hafıza ve bellek vurgusu yapıyor. 2009’da Stüdyo Osep’i açtığımda sergiyi ‘nostaljik’ olmakla itham edenler bugün bellek çalışıyor, ki ben bugüne kadar yaptığım hiçbir sergiye ‘hafıza’ ya da ‘bellek’ benzeri kavramlar içeren isimler vermedim. Başlığında ‘bellek’ sözcüğü geçen bir yazım vardır, onun da tam adı Anti-Bellek. Çok spesifik verilerle çalıştığım için böyle bir genellemeye de ihtiyacım olmadı.

Buradan enstitü ve akademiye gelirsek, belli arşivlerin bu kurumlarda korunması zaten kaçınılmaz. Fakat bu kurumların aynı zamanda arşivler açısından kısıtlayıcı fonksiyonlarını göz ardı etmemek gerekiyor, bir sanatçının bir fotoğraf arşivi üzerine çalıştığında ortaya koyacağı iş ile, akademinin kalın duvarları arasında aynı arşivin taşınacağı yer aynı değil. Bu bağlamda özellikle bazı arşivlerin özgürleşmesi, belki de bir sınır aktivite olarak sanatçıların bu birikime başvurmasıyla yakından alakalı. Bir de prensipte zaten bu kurumların asla yüz vermeyeceği arşivler var, benim çalışmalarım biraz da bu iş bizlerin başına kaldığı için var. Sivil arşivler bu kurumlarda diplomatik bir arşivin göreceği ilginin yarısını bile görmez, görse bile en fazla kaderine terk edilmek üzere bir depoya kilitlenir.

Yıldız Teknik Üniversitesi Sanat ve Tasarım Fakültesi bünyesinde hazırladığın “Modernizm ve kültürel temsiliyet olguları bağlamında, İstanbul’da fotoğraf ve azınlıklar” başlıklı yüksek lisans tezin de aslında tam da bu meselelerle ilgiliydi. Tezinde hangi arşiv materyallerini ele aldın? Ve tezinde ele aldığın teorik arka planı Şahinyan arşivi bağlamında yeniden nasıl okuyabilirsin?

Yüksek lisans tezimin temel problemlerinden biri görsel arşivlerin disiplinlerarası sanat bağlamındaki potansiyeli üzerine kuruluydu ve daha spesifik olarak bu bağlamda azınlık arşivlerine odaklandım. Çünkü belli bir döneme kadar inmek istiyorsanız İstanbul’da fotoğrafın yalnızca gayrimüslimler arasında kullanılmakta olduğu ve esasen tüm prototiplerin bu dönemde ortaya koyulduğu gerçeği ile yüz yüze kalıyorsunuz. Hal böyle olunca, metodolojik olarak da bu güzergahta devam ettim. Süreç boyunca yalnızca sivil arşivler değil, aralarında okullar, gazeteler, kiliseler, müzeler ve hastanelerin de bulunduğu onlarca kurumsal arşivi inceledim. Bir tezden öte ciddi bir birikim edindim ancak o günlerde bu işin bu denli merkezimde olacağına dair bir öngörüm yoktu. Öğrencilik yıllarımda arşivinde çalıştığım kurumlardan biri AGOS gazetesiydi, 19 Ocak’ı bu süreçte yaşadık. O günkü atmosfer hepimizi içine çekti ve bu konu üzerinde daha derinlemesine çalışma kararı aldım. 2009’da Stüdyo Osep bu motivasyonla çıktı ve sonrası zaten kendiliğinden geldi. Şahinyan arşivi bugüne kadar çalıştığım en meşakkatli projedir, bunun da nedeni fiziksel arşivin zorluğundan, 100 bini aşkın negatif filmin görselleştirilme ihtiyacından kaynaklanıyor. Yüksek lisans tezim bir yana aslında bu arşivin arka planı başlı başına bir tez konusu gibi ele alınabilir. Bu işin yüksek lisans tezimi de aşan bir boyutu var, ‘fahri doktora tezim’ oldu diyebilirim.

Sergi metninde arşivsel veriyle olan ilişkini ‘bağlamdan kopartmanın (decontextualize) ve yeniden bağlama oturtmanın (recontextualize) koşulladığı transpozisyon’ üzerinden tanımladığını belirtiyorsun. Bu pozisyon kaydırma meselesini biraz daha açar mısın? Flashblack sergisinde nasıl bir anlam ifade ediyor?

Aslında röportajın başında basitçe tarif ettiğimiz gibi farklı bir tarihte, farklı bir niyetle ve farklı bir teknikle ortaya koyulmuş olan birikimi, farklı bir zamansal ve mekânsal bağlamda yeni bir amaca dönüştürmekle ilgili transpozisyon. O günkü bağlamda stüdyo fotoğrafı müşterilerin taleplerine yanıt veren bir görsel veri, bugünkü bağlamda aynı fotoğraflar kolektif hafızanın taşıyıcıları. Maryam Şahinyan yarım asrı aşan mesleki hayatı boyunca bu fotoğrafları kullanarak başka şeyler üretmek isteseydi sanıyorum yapardı, yapmadı. Çünkü onun için fotoğraf mesleki bir araçtı ve bu birikimi başka bir mecraya taşıma niyeti olmadı. Bizler aynı birikime bugün tartışmakta olduğumuz konular bağlamında bir daha bakmayı deniyoruz, toplumsal cinsiyet örneğin. Ve o gün belki de pek mühim görülmeyen detaylarla karşı karşıya kalıyoruz. 1940’larda çekilmiş bir düğün fotoğrafına çekildiği tarihte bakarsanız ‘düğün’ görürsünüz. Aynı fotoğrafa bugün ise 1940’larda çekildiği için bakarsanız ve düğünden öte bazen duvarda asılı olan bir saatin modeline ilgi duyarsınız. Çünkü o artık salt bir düğün fotoğrafı değil, 1940’ların temsilidir. Zaman ile ilişkisi içkindir fotoğrafın. Ölen aile bireylerinin fotoğrafları da benzer bir anlam kazanır kendiliğinden, fotoğraf olmaktan çıkar, tine dönüşür. Bu açıdan modern insanın ölüme karşı en büyük zaferi olarak tasavvur edebiliriz fotoğrafı. Instagram dediğimiz mecrada bugün aynı amaçla çalışıyor, kendilerimize uygun gördüğümüz ‘ideal’ maziler yaratmaktan ibaret.

Transpozisyonun bir diğer ayağı da ‘yaratıcı’ olarak author’ün rolünü zayıflatmakla ilgilidir. Size atfedilmiş bir sahneyi başka bir duayenin pratiğine adamakla ilgili. Maryam Şahinyan ile aramda kurguladığım bir tür rol geçişi aslında. Bu bağlamda Tayfun Serttaş’ın sergideki pozisyonu sanatçı olmanın yanı sıra küratör olarak, editör olarak, senograf olarak bir dizi planda daha okunmaya açık. Bu açıdan arşiv benim alanımı daraltan değil, aksine genişleten bir özne olarak mühim.

FLASHBLACK ortaya çıkarken fotoğrafın teorik geçmişinden ve hatta psikanalizden süzülen bir dizi anahtar sözcüğe başvurdum ve onlarca sözcük arasından geriye ‘flash’ ve ‘black’ sözcükleri kaldı. Fotoğrafın ışık kadar karanlığa tekabül eden teorik mirası yanında, karanlık odadan süzülen bir ‘aydınlık geçmiş’ birikimine duyulan gereksinimin sonucunda ortaya çıktı FLASHBLACK. Bu yaparken aynı zamanda bugünün karanlığına çakılan bir şimşek, ışığa duyulan ihtiyacın yansımasıyla yüzleşmekti. Galerinin 15 metre yüksekliğindeki bağımsız cephe duvarında dünyanın en kolay görünen en zor işini başardık. 11.000 adet agrandisör boyutunda fotoğraf simetrik olarak teker teker bu duvara yerleşti. Bir bütün olarak baktığınızda o duvarda artık fotoğraf değil başka bir şey görüyorsunuz, detaylara odaklandıkça fotoğraflar kendini ortaya koymaya başlıyor. Tavan noktası cam kaplama olan bu bölümden gün içerisinde güneş ışığı süzülüyor ve bize türlü oyunlar yapıyor. Yerleştirmenin tamamlandığı günden beri farklı katların localarından enstalasyonu izlemeye devam ediyorum, ve doğrusu ben bile izledikçe arşivlerle ilgili daha fazlasına ikna oluyorum.

Kaynak: “FLASHBLACK: Aynı anda 11 bin imaja bakabilir misiniz?
by Kultiğin Kaan Akbulut, 4 Mayıs 2018, DUVAR

‘Sahi İstanbul neydi?’

Multidisipliner üretimleriyle tanıdığımız Tayfun Serttaş, 2009 yılından bugüne Maryam Şahinyan’ın fotoğraf arşivi üzerine sürdürdüğü projesini PİLEVNELİ’ye taşıyor. Sanatçının 27 Nisan’da PİLEVNELİ’de açılan “FLASHBLACK” isimli, isli film karelerinden ortaya çıkardığı, arşivsel bir boyut taşıyan, geçmiş ve bugün arasında kültürel ve sosyolojik bir köprü kuran sergisi, 26 Mayıs’a kadar izlenebilir.

by Melike BAYIK

Melike Bayık: Öncelikle Türkiye’de araştırma tabanlı üreten sanatçılardan birisiniz. Antropoloji lisansınızın ardından, ‘Photography and Minorities in Istanbul in the Context of Modernism and Cultural Representation’ başlıklı tez çalışmanız ile sanat ve tasarım yüksek lisansınızı tamamladınız. Eğitim sürecinizi sonrasındaki araştırmalarınız ile ilişkilendirerek sanatsal pratiğinizden bahseder misiniz?

Tayfun Serttaş: Aslında yalnızca araştırma tabanlı çalışmıyorum, fakat araştırma tabanlı işlerin pratiğime getirdiği başka sorumluluklar var. 2009’da Studio Osep’i açtığımda bir şaşkınlık oldu, bir arşivin sanat sahnesine taşınabileceği fikrine yabancıydı birçokları. Bu tip sergilerin emsali yoktu ve İstanbullu izleyicinin zihninde daha önce yapılmış buna benzer örnekler yoktu. O gün meseleyi anlatabilmek için dünyadaki örneklerden bahsetmek zorunda kalıyorduk, arşiv nerede biter, sanat nerde başlar, neden yapılan iş dokümantasyondan ibaret değildir… Bugün böyle bir sorumluluk yok, artık yalnızca bu konuda uzmanlaşan kurumlar var İstanbul’da. Bu süreçte pratiğim açısından belirleyici olan bireysel inisiyatifimle, sanatçı pozisyonumla ve erken bir yaşta bu işe soyunmuş olmam olabilir… Çok isterdim Türkiye’de daha fazla sanatçının bu şekilde çalışmasını. Arşivsel veri bir yandan artık çok kullanılıyor fakat bir bütün olarak arşivin kendisi masaya yatırılmıyor. Şu sıra arşivlerin estetik cazibesi kavramsal içeriklerinden biraz daha ağır basıyor anladığım kadarıyla.

Güncel sanatın ‘güncelliği’ hangi tarihsel planda okunmalı uzun bir tartışma. Fakat kendi birikimiyle ilişkilenmeyen bir sanatın sözü bence eksik kalır. 2000’lerin başından itibaren Türkiye sanatı ‘Amerika’yı yeniden keşfe’ soyundu, bunun hem çok iyi, hem de çok kötü sonuçları oldu. Ama nihayetinde hepimiz bu ‘keşif’ sürecinin çocuklarıyız. Ben bu sürece ‘peki elde ne var?’ sorusu üzerinden katkı sundum. Toplumsal cinsiyet tartışıyoruz ve de buranın bir ‘queer’ birikimi var. Kadın bedeni tartışıyoruz, ama kadın bedeni ilk kez sahnede değil. Zira kentsel tartışmalar, örneğin mimari, kaçıncı kez revizyona uğruyor? Bugünkü tartışmayı belirleyen koşulların tümü, aslında bir birikimin sonucu ve bu birikimi masaya yatırmak, görünür hale getirmek önemliydi benim açımdan. Bugün İstanbul’da açılan sergilerin yüzde sekseni ‘hafıza’ vurgusu yapıyorsa iyi bir iş başarmışız sanıyorum. Ben yaptığım işi hiçbir zaman ‘hafıza’ ile tanımlamadım, hatta anti-bellek dedim. Fakat burada bu konuya dair bir birikim oluşuyor ve tartışma bu güzergahta seyrediyor, bunu izlemek olağanüstü keyifli.

M.B.: PİLEVNELİ’de açılacak olan “FLASHBLACK” serginizin içerik ve formsal yapısından söz eder misiniz?

T.S.: 2011’de dijital olarak kamuya açılan Maryam Şahinyan arşivini, fiziksel potansiyeli üzerinden bir daha düşünüyoruz. Bir bakıma, ilk gösterimde teknolojiye bağımlı ve enformasyon yönü ağır basan bir işi, medium ile buluşturma fikrinin sonucu olarak gelişti FLASHBLACK. Şahinyan arşivi özelinde medium aynı zamanda en büyük problemimizdi. Yüz bini aşkın, tamamı cam levha negatif ve siyah beyaz tabaka filmlerden meydana gelen bir arşivden bahsediyoruz. Bunların her birini bir pul büyüklüğünde bastığımızda bir stadyumu rahatlıkla kaplayacak kadar imaja ulaşıyoruz. Peki böyle bir malzeme ile nasıl başa çıkılır? Projeyi 2011’de tek bir kare fotoğraf bile basmayarak, arşivin bütün ağırlığını dijital veriye dönüştürerek kamusallaştırdık. Bugün, elimizde arşivin fiziksel hacmi ile yüzleşmek için bir imkan var. Şimdi asıl motivasyonumuz bu imkanı had safhada kullanmak ve arşivdeki çokluk hissini, külliyatın ezici ağırlığını izleyici ile paylaşmak. Bu aynı zamanda arşivin içeriğinde de okuduğumuz bir çokluk / ağırlık çünkü. Bu bağlamda bütün sergiyi 11.000 parçaya bölünen bir enstalasyon etrafında kurguluyoruz. Agrandisör boyutunda basılmış 11.000 imajı kapsayan bu devasa enstalasyon, aynı zamanda arşivin fiziksel potansiyeline dair de bir jest. Yüksek teknoloji yakın tarihte arşivlerle buluşmamızı daha da kolaylaştırdı. Fakat bu malzemenin fiziksel potansiyelini kullanmak hala bir opsiyon. Çoğunlukla tercih edilmeyen, zor görülen, bir bakıma çekinilen bu opsiyon üzerinden ilerledik.

Diğer yandan, İstanbullu izleyicinin Şahinyan arşivi konusunda pek şanslı olduğunu söyleyemem. Arşivin 2011 yılında SALT Galata’da kamuya açılmasının ardından burada bir daha bütünlüklü bir sergi yapamadık. Ertesinde gerçekleştirdiğim diğer sergi ve projelere ayırdığım mesai bir yana, hacim olarak böylesine büyük bir arşivi kaldıracak mekan ve prodüksiyon sağlamak, İstanbul koşullarında imkansıza yakındı. Bu süreçte en kapsamlı sergi, 2013 yılında FOAM (Fotografiemuseum Amsterdam) tarafından gerçekleştirildi. 2012’de Espace Cultural Louis Vuitton’da arşivden bir seçki Parisli izleyiciyle buluştu. 2015’te yine Paris’te gerçekleştirdiğim ‘100 ansavant, 100 ansaprès’ başlıklı kişisel sergimin büyük bölümü Şahinyan arşivine dayanıyordu. Fakat tüm bu sergilerin İstanbullu izleyiciye dönüşü olmadı.

M.B.: Maryam Şahinyan arşivini İstanbullu izleyiciyle tekrar buluşturma fikri nasıl ortaya çıktı?

T.S.: 2017 Nisan ayında İstanbul’dan ayrıldım. Benim hızımda bir insan için hayli uzun sayılabilecek bir sorgulama sürecine girdim. Mesleki tarafını bir yana bırakalım, İstanbul ile ilgiliydi. Ben ‘İstanbulcu’ tarif edebileceğiniz insanlardanım. Paris’te çalışırken bile hafta sonları bu şehre kaçmanın bir yolunu bulurdum. Oyun alanımdı İstanbul ve oyun alanımı kaybediyordum. Dedeme sorsanız onun İstanbul’u da yok, babama sorsanız o bambaşka bir İstanbul’a tanıklık etmiş. Her jenerasyon kendi İstanbul’unu kaybetmiş aslında ama bizim jenerasyon başka tür bir kayıp yaşadı. Çok gelişmiş olduğuna inandığımız değer yargılarına sahipken yaşandı bu kayıp, hazmedilebilir türden değil.

Murat ile iş ilişkisinden öte yıllardır birbirimizi takip ediyoruz, muhabbeti daima sıcak tuttuk. Sergi konusunda cesaretlenmem bu süreçte yaptığımız görüşmeler sayesinde oldu. Eğer beni kendi halime bırakacak olsanız çok da büyük bir çaba içerisinde değildim artık. Türkiye koşullarında altından çıkılamaz bir iş gibi görüyordum, soğumaya bırakmıştım ve uzun bir süre daha dondurucuda kalacaktı bu konu. PİLEVNELİ’nin her aşamasına tanıklık ettim ve burası Murat’ın vizyoner kimliği açısından bir köşe taşıdır. Bugün milyon dolar bütçeli sanat kurumlarının yakalayamadığı bir sinerji yakalandı, devasa sponsorlar olmadan, kurumsal ortaklıklara dayanmadan, tamamen bireysel çabalarla Türkiye sanatına büyük bir iyilik yaptı Murat. Klasik sanat izleyicisi dışında, yepyeni genç bir kitleyi, on binleri kendisine çekti bu mekan. İstanbul’da bu denli kamusallaşan bir galeri daha hatırlamıyorum. Şahinyan arşivinin de en büyük meselesi kamusallaşma ile ilgiliydi… İşte tam olarak bu noktadan başladık, bugüne geldi. Zira kamusallaşma, yüzleşmeyi sağlayabildiği ölçüde çok daha anlamlı.

M.B.: 2011 yılında kamuya açılan Maryam Şahinyan ile yollarınız nasıl kesişti? Bu arşivle nasıl tanıştınız?

T.S.: 90’lı yılların başında Maryam Şahinyan’ın stüdyoyu arşiv de dahil tüm ekipmanları ile birlikte devretmesinin ardından, mekan Galatasaray’dan Üsküdar’a taşınıyor. Ancak aynı yıllarda stüdyo fotoğrafçılığının ivmesinin düşmesiyle beraber yeni sahipleri işi çok fazla devam ettiremiyorlar. Sonuç olarak, Üsküdar’da sahipsiz kalıyor tüm bir arşiv. Hatta boşalan mekana boya ustaları girince birkaç gün de sokakta bekliyor, kolilerle dışarıya atılıyor. Bu esnada yayınevimin kurucusu Yetvart Tomasyan devreye giriyor ve tüm arşivi Üsküdar’dan alıp yayınevimizin deposunun da bulunduğu Beyoğlu’ndaki Hıdivyal Palas’a taşıyor. 25 seneye yakın arşiv bu depoda bekliyor. 2009’da Stüdyo Osep kitabını hazırlarken Tomo (biz böyle hitap ederiz) yıllardır kendisinin de korumakta olduğu bir arşivden söz ediyordu. Ancak pek ilgimi çekmemişti, zira yüksek lisans tezimden itibaren birçok arşivi izledim ve çok özel bir içeriğe sahip değilse, herhangi bir arşivin yükünü alma konusunda heyecanlı değildim. Fotoğrafçının kadın olduğunu öğrenmemle birlikte benim de yaklaşımım değişti ve fiziksel arşivi görmek istedim. Bir- iki film kutusunu inceledikten sonra karar vermem pek uzun sürmedi. İşte o günden beri de hayatımın azımsanmayacak bir bölümü bu iş ile uğraşarak geçiyor.

M.B.: Fiziksel arşivi keşfettikten sonra üç yıl boyunca SALT Galata’da bunun üzerine bir ekiple birlikte çalıştınız. Bu süreç nasıl geçti? Biraz bundan söz eder misiniz?

T.S.: O zaman henüz SALT Galata kurulmamıştı. Garanti Platform Güncel Sanat Merkezi vardı ve stüdyolar Garanti Han’da bulunuyordu. 2009’da Vasıf Kortun ile görüştüm konuyu, birkaç kutu örnek aldım yanıma ve tereddütsüz destek verdi. Onun sağladığı alt yapı olmasa arşivin bugünlere taşınması eminim çok daha zor olurdu. 2009’da başladık, 2011’de SALT Galata’nın açılış sergisi olarak yetiştirdik projeyi. Üç sene boyunca durmaksızın; temizlik, dijitalizasyon, restorasyon, tasnif, kataloglama… Onlarca asistanla çalıştım bu üç yıl boyunca. Benim yurtdışında olmam gereken dönemlerde onlar devam ettiler. Merve Elveren asistanların koordinasyonunu üstlendi, Vasıf Kortun zaten her aşamayı denetliyordu ve son güne kadar arşive olan ilgisi hiç eksilmedi. Hepimiz açısından çok öğretici bir süreçti, örneğin bir dönem Beyrut’ta Arab Image Foundation ile çalıştım. Özellikle cam levha negatiflerin konservasyonu konusunda bu kurumdan çok şey aldım. Bebek adımları ile başlayan bir iş, yıllar içerisinde bir tecrübeye dönüştü. Öğrencilik yıllarında bu projede asistan olarak yer alan Asena Hayal, Zeynep Beler, Arda Yorgancılar sonrasında harika işler başardılar. Tüm bunları bir araya getirdiğimde, Maryam Şahinyan arşivi esasen bizler açısından bir okul olmuş.

M.B.: Maryam Şahinyan arşiv çalışmasına paralel olarak ‘Foto Galatasaray – Studio Practice by Maryam Şahinyan’ ismiyle bir de kitap çıkardın. Bir arşiv üstüne çalışırken aynı zamanda onu bir kitaba dönüştürmek nasıl bir süreç?

T.S.: 2009’da Stüdyo Osep arşivi de aynı isimli bir kitapla kamuya açıldı. Bu gibi projelerde kitabı öncelikli kılan, sergilerin belli mekânsal ve zamansal takvimlerle sınırlanması. Kuşkusuz kitabın çok daha kolay ulaşılabilir / paylaşılabilir bir mecra olarak devreye girmesi olağanüstü kolaylıklar getiriyor. Kalıcılık açısından da arşivlerin en azından seçili bir bölümünü kitaplar aracılığıyla dolaşıma sokmak büyük avantaj. Hem Osep Minasoğlu, hem de Maryam Şahinyan için hazırlanan kitaplarda ‘Ermeni stüdyo fotoğrafçılığı’ klişesini aşan bir içerik var. Her iki stüdyonun da Cumhuriyet döneminde faaliyet göstermeleri ve birer author (yaratıcı) olarak Osep ve Maryam’ın kendine özgü pozisyonları öngörülenin ötesinde bir tarihsel gerçeklikle karşı karşıya kalmamızı sağlıyor.

ARAS Yayınevi, Ermeni yayıncılık geleneğinin Türkiye’deki son temsilcisi ve buradan çıkan kitapların haliyle sosyal politikte bir ağırlığı var. Örneğin; Osep’i ilk bastığımızda yayınevinin klasik okuyucusu şaşkınlık yaşadı, beklentinin aksine dansözleri, pavyon şarkıcılarını, şov kızlarını, fahişeleri ve ünlü olmak için köyden kente kaçanları fotoğraflıyordu Osep. Arşiv Ermeni kültürüne dair en ufak bir temsiliyet içermiyordu, zira Maryam konservatif kimliğine karşın, bir kadın olarak yine beklentileri aşan fotoğraflar çekiyor. Eski fotoğraflara atfettiğimiz, halı üzerindeki berjer koltukta oturan bir imge var, Ermeni fotoğrafçılara atfedilen bir aura var, ama herkes Rönesans karakteri değil bazıları punk, bunu kırmak son derece güzel. Bu konuda kitaplar sergilerden çok daha etkili oldu. Amsterdam’da müze tarafından benim için kiralanan evin kütüphanesinde karşılaşmıştım Maryam Şahinyan’ın kitabıyla örneğin. Açıp inceledim, notlar alınmış, bazı sayfaları kesilmiş. Bunu bir sergi ile yapmak mümkün değil mesela, kitap İstanbul’dan batıyor New York’tan çıkıyor. Bazen tek bir sayfası.

M.B.: Foto Galatasaray içerik açısından Maryam Şahinyan’ın biyografik bir ontolojisi mi yoksa sadece mesleki yaşamını mı büyüteç altına alıyor. Bunu nasıl tanımlarsınız?

T.S.: Proje, Maryam Şahinyan’ın profesyonel (mesleki) yaşamı ile sınırlı. Arşivde de kendisine dair kişisel diyebileceğimiz hiçbir şey yok. Arşivin konservasyonu için çalıştığımız üç sene zarfında, Maryam Şahinyan’ın hikayesine çok farklı kaynaklardan ulaştık. Aristokrat bir aile, dedesi Agop Şahinyan Paşa 1877 Meclis-i Mebusan’da Sivas kentini temsil eden milletvekili örneğin. Dünyaya geldiği Sivas’taki Şahinyan Konağı (camlı köşk) hala kentin en önemli sivil mimari eserleri arasında. 1915 sonrası zorunlu olarak İstanbul’da yeni bir hayat kurmaları, haliyle ailenin burada da bir çevre oluşturmasını sağlıyor. Hayatı boyunca hiç evlenmemiş olması bu gibi çalışmalar için çok büyük dezavantaj, fakat hayatta olan yakınları var. Yazılı / sözlü ulaşabildiğimiz tüm kaynakları bir araya getirerek bir ontoloji oluşturduk. Örneğin, mezarını kendimiz keşfettik, başlı başına bir hikaye çünkü Maryam, Meryem, Şahinyan, Şahinoğlu hepsi kayıtlarda mevcut, hepsi mümkün. Kendisinin de gerçek hayatta bazen böyle kullandığını biliyoruz. Fakat tüm bu çaba, öncelikle Maryam Şahinyan’a literatürde tutarlı bir özgeçmiş yaratmak içindi.

Sergi özelinde ise Maryam Şahinyan, kameranın arkasındaki göz, bir tür gizli kahraman. Biz objektifin önündekilerle yüzleşiyoruz, onun gözünden izliyoruz 60 senelik serüveni. Fakat kendisinin bir miktar karanlıkta, fotoğraf çektirmekten çok hoşlanan biri olmadığını da biliyoruz. Hepi topu dört kare vesikalıktan ibaret ona dair ulaşabildiğimiz fotoğraflar. Bu durum Maryam Şahinyan’a dair bir tür gizem yaratıyor, bir bakıma kendi seçtiği mahremiyet alanında koruyoruz onu.

M.B.: “FLASHBLACK” bir arşiv sergisi olarak ele alındığında, siz onu bağlamından koparıp yeni bir mekanda, yeniden bir bağlam içine yerleştiriyorsunuz. Bu sergi nezdinde, Maryam Şahinyan arşivi üzerine bunu nasıl yorumlarsınız?

T.S.: Arşivler yakın tarihe kadar, örneğin Almanya gibi son derece demokratik ülkelerde bile bir şeffaflık problemiydi. Resmi devlet aygıtı kendilerimiz ya da bir başkasına ait veriye ulaşmamızın sınırlarını hangi parametrelere dayanarak çiziyor? Yakın bir dönemde Türkiye’de hiç ulaşılamaz dediğimiz aile kütükleri e-devlet üzerinden erişime açıldı ve aslında istenirse ne denli kolay ulaşılabileceğini gördük. Bazıları bu malzemeye bireysel çabalarıyla zaten ulaşmıştı, fakat daha büyük bir çoğunluk böyle bir imkanı olup olmadığından bile haberdar değildi. Ertesinde benzer bir paylaşım miras hakları üzerinden gerçekleşti. Birçok birey zaten en doğal hakkı olan bir bilgiye ancak lütfedilince ulaşabildi. Özellikle ‘lütuf’ sözcüğünü kullanıyorum, çünkü devletler bizlerle paylaştıklarından çok daha fazlasını saklamakla yükümlüler.

Yakın dönemde bazı sanatçılar bu birikime dönme gereksinimi duydular ve genellikle bireysel arşivleri tercih ettiler. Motivasyonlar farklı olabilir ama esasen arşivler kurgulanmış tarih okumasına birer delik açıyor, izleyicinin tarihle ilişkisini keşfe yoğunlaştırıyordu. Çünkü esasen bildiklerimizden çok daha fazlasını bilememek üzerine kurgulanmış bir sistemde yaşıyoruz. Senelerdir yanı başımızdaki Suriye’de yüzyılın en korkunç savaşlarından biri cereyan ediyor ve bugün hala bu savaş ile ilgili birçok şeyi bilmiyoruz, belki de hiçbir zaman öğrenemeden göçüp gideceğiz. Yanı başımızda olup bitenler bile bu denli muğlak iken, bundan yüz yıl önce gerçekleşmiş bir olayı resmi tarih anlatısına dayanarak çözümlemeye çalışmak kuşkusuz nafile. Tarihe karşı en büyük çaresizliğimiz aynı zamanda tarihin devlet aygıtlarına bağımlı tariflerinden kaynaklanıyor.

Tarih okumasının dizi senaryolarına indirgendiği bir ortamda, ortalama bir İstanbullunun bir-iki jenerasyon öncesi ile arasındaki kültürel kopukluğu sorgulamaya açmak, aynı zamanda yaşadığımız sürecin tarihselliği ile ilgili. Ne yazık ki, 20. yüzyıldan sonrasına tarih denilmeyen bir anlayış var artık. Bu anlayışa göre, İstanbul, sükseli bir Ortaçağ megalopolü, işte sonra da rezidanslar ve AVM’ler geliyor. O arada aile büyüklerimizi kapsayan jenerasyonlar harcanıyor tabi, onların bir tarihi yok gibi. 17. yüzyılda yaşamış bir karakterin hikayesi bizden bir önceki jenerasyonların hikayelerinden çok daha fazla ilgi görüyor. Halbuki bizim gerçekliğimize yakın olan Ortaçağ kahramanları değil, onların hayatlarıyla kesişebilecek en ufak bir deneyim bugün mümkün değil. Şahinyan arşivinde fotoğraflanan insanların büyük bölümü hala aramızdalar, Elmadağ yokuşundan inerken yanından geçen yaşlı çiftin o arşivdeki çiftlerden biri olma ihtimali sandığından çok daha yüksek. Diğer yandan sanki hiç yaşanmamışçasına ‘ideal bir geçmişe’ gönderme yapıyor fotoğraflar. Asla yakalayamayacağımız kadar uzak / hayal bir geçmişin temsiline. Ama işte gerçek öyle değil. Hangi ara böylesine paradoksal bir kopuş yaşadık, soru bu. Biz en son kimdik? Sahi İstanbul neydi?

M.B.: PİLEVNELİ’deki serginizde karşımıza neler çıkıyor? Mekan içinde arşive dair nasıl bir düzenleme ve yönlendirme var?

T.S.: İstanbul galerilerinin büyük bölümü ya apartman dairelerine ya da binalardaki renöve edilmiş ortak ünitelere (garaj, depo, dükkan vb) konuşlanır. Yakın döneme kadar temelden ‘sanat galerisi’ olarak inşa edilmiş mekanlara pek rastlayamazdık. PİLEVNELİ sıfırdan inşa edilmiş müstakil bir sergi makinesi olarak, çok üstün mekansal avantajlara sahip. Şahinyan arşivi gibi hayli hacimli bir külliyatı, böylesine imkanlı bir mekana yerleştirmenin elbette cazibesi var. Mekanı açıldığı günden itibaren defalarca ziyaret ettim. Tüm katlardan izlenen (fakat hiçbir katın bağlanmadığı) müstakil cephe duvarı beni çok etkiledi. Benzer bir mimari çözümleme Jewish Museum Berlin’de vardır. Binanın bir noktasında duvarlar sizi sıkıştırmaya başlar ve en sıkıştığınız bölümde kafanızı kaldırıp yukarıya bakarsanız, hiçbir katın bağlanmadığı metrelerce yüksekliğin ucundaki aydınlanma deliği ile baş başa kalırsınız, ışık oradan süzülür. Akranı sayılabilecek müzeler arasında, sözünü bundan daha iyi söyleyen bir mimari dil hatırlamıyorum. Yıllar sonra benzer bir hissi galerinin metrelerce yükseklikteki bağlantısız cephe duvarını izlerken yaşadım. Kuşkusuz farklı nedenselliklere dayanan mimari çözümlemeler… Ancak yüksekliği 15 metreye yaklaşan bu müstakil duvara duyduğum ilgiyle başladı diyebilirim Şahinyan arşivinin mekana yerleşmesi, aşama aşama tüm diğer katlara yayıldı. Bu sayede 2011’de dijital olarak gerçekleştirdiğimiz yüzleşmeyi, bu kez fiziksel olarak gerçekleştirebilme imkanı yakaladık.

M.B.: Maryam Şahinyan, dönemine göre eril bir meslek olarak bilinen stüdyo fotoğrafçılığını altmış yıldan fazla sürdürdü. Bu denli zorlu bir iş için kadın olarak üretti ve çalıştı. Onun fotoğraflarını döneme göre nasıl yorumlarsınız? Fotoğraflarında kişi / üslup açısından bir eğilim var mıydı?

T.S.: Maryam Şahinyan fotografik açıdan mucizeler yaratmadı. 1972’den itibaren tüm İstanbul stüdyolarına renkli fotoğraf teknolojisi girmiş olmasına karşın, 1985 yılına kadar siyah-beyaz fotoğraf çekmeye devam etmiş, 60 sene boyunca kamerasını bile değiştirmeye gerek görmemiş birinden bahsediyoruz. Bu esnada fotoğraf teknolojisi her on yılda bir devrim geçiriyor. Bu teknolojik devrimlerin hiçbiri Şahinyan’ın stüdyosuna uğramıyor mesela. Tabi bu bir yandan çok sanatsal bir tercih gibi de okunabilir, fakat arşivde bize dokunan mesele bu değil. Biz arşivi gündelik yaşama dokunduğu yerden ele alıyoruz. Stüdyo fotoğrafçılığı gibi erkek tekelindeki bir mesleği, 60 sene boyunca kesintisiz olarak sürdüren Maryam Şahinyan yalnızca fotoğraf çekmiyor. Aynı zamanda Cumhuriyet tarihinin görsel açıdan ulaşılması son derece zor bir kesimini kadrajına alıyor. Foto Galatasaray’ın ‘kadın’, ‘orta sınıf’ ve ‘kentli’ denklemde analiz edebileceğimiz müşteri kitlesi, erkek bakışından ayrıksı bir görsel tarih okumasına olanak tanıyor. Arşivi, Türkiye’nin en özgün görsel külliyatlarından biri konumuna getiren bu bilinçsiz / bilinçli tavır. Bu bağlamda pandoranın kutusu.

M.B.:Arşivde karşılaştığınız fotoğraflara dönecek olursak, Maryam Şahinyan objektifinden kimleri gördü? Kimleri çekti ve o anları kalıcı hale getirdi?

T.S.: Arşive dair en klişe soru, bu fotoğraflardaki insanların Ermeni olup olmadıkları üzerine gelir. Belli kodlar / kriterler olmadığı sürece, henüz kimsenin fotoğrafına bakıp etnik kökenini saptayabilecek bir teknoloji geliştirmiş değiliz. İlla arşivdekilerin etnik kimliğine dair bir çıkarımda bulunacaksak ben antropolog gözümle yaklaştığımda aslında Rumların çoğunlukta olduğunu görüyorum. Stüdyonun Galatasaray’da bulunması da bu açıdan belirleyici. Çünkü 60’lı yıllara kadar Beyoğlu’nda Rumlar ağırlıktaydı. Diğer yandan, çok fazla rütbeli askerin özellikle eşleriyle birlikte bu stüdyoyu tercih ettiğini görüyoruz. Gayrimüslimlerin askeriyeden rütbe almaları mümkün olmadığına göre demek ki bu insanlar Türk. Zira sünnet kıyafetli çocuklar, 60’lardan itibaren stüdyoda izlenmeye başlanan göç dalgası, ‘Yeni İstanbullular’, stüdyonun her kesime hizmet verdiğini kanıtlıyor. Bu açıdan, Maryam Şahinyan asla bir cemaat fotoğrafçısı gibi algılanmamalı. Zaten bir kadının teknik olarak cemaat fotoğrafçılığı yapması pek olası değil. Stüdyonun pozisyonunu kadınlar belirliyor ve bu da farklı zümrelerden kadınların bugünkünden çok daha fazla ortak değeri paylaştıklarını (ayrışmış olmadıklarını) kanıtlıyor.

M.B.: Ülkede yaşanan modernleşme süreci içinde, yeni gelen her katman, bir diğerini yıkıp, kendisini var etme süreci taşıyor. Bu noktada yıktığını yok sayan bir eylemden dolayı modernleşmeden ziyade kültürel, toplumsal bir yok oluş süreci aslında bariz olarak göz önüne geliyor. Kişisel olduğu kadar sosyal normların da yok edildiği bir zamanda bu arşiv üstüne çalışmak nasıl bir durumdu?

T.S.: Biz bu arşiv üzerinde çalışmaya başladığımızda Türkiye tarihinin en umut vadeden dönemlerini yaşıyorduk. AB ile ilişkiler tarihin en iyi seviyesinde, yüzünü demokrasiye dönmüş, tabu sayılan birçok konu rahatlıkla tartışılmaya başlanmış, kültürel alanda ardı ardına yatırımların geldiği bir dönemdi. Çok sürmedi, rüyaymış meğer. Akabinde derin bir kabusla uyandık gerçeğe ve bugün bu noktadayız. O nedenle, bugünün koşullarında bu arşivi bir kez daha kamuyla buluşturmanın önemli bir farkı var 2011’den. O gün ‘olasılıklar’ üzerine inşa ediyorduk söylemi. Bugün ise, yanına bile yaklaşamayacağımız bir ütopya anlatısı gibi arşiv… Butik Katia’ya uğrarım ara sıra, breton şapka satışları patladı demişti o dönem. Uzun yıllar hiç satamadığı modelleri satmaya başlamış, en büyük sevinci ise genç kızların butiğe girip bu modellere talip olmasıydı. Konumuz değil elbette, fakat çok yakın bir döneme kadar kültürel alanda müzakere mümkündü ve bunun hepimize getirdiği bir motivasyon vardı.

Şahinyan arşivinin en büyük gizemi, gündelik yaşam sosyolojisinin temsiline dayanmasıdır. Ancak o gün biz bu konu üzerine tartışırken (henüz Gezi bile olmamış) birçokları meselenin bu yönünü kavramakta güçlük çekti. Ancak geçirdiğimiz 7 sene içerisinde Türkiye’de çok şey değişti. İstanbul özelinde, arşivde 70 senede izlenen dönüşüme, bizler 7 sene içerisinde tanık olduk. Kendi sokağımızda birer yabancı gibi yaşamaya başladık. Hepimiz ‘azınlık’ fikri üzerine bir daha düşündük. Sayısal çoğunluk belirlemez azınlığı… Amerika’nın birçok yerinde Hispanikler çoğunluk olmalarına karşın azınlıktırlar. Sayısal olarak çoğunluk olmamıza rağmen, uzunca süredir içgüdüsel olarak ‘azınlık’ hissediyoruz. Bu öyle çok da teorik bir çıkarım değil, bindiğim taksi şoförü durup dururken ‘kendi ülkemizde mülteci olduk’ deyiverdi geçen gün, ‘hayrola ne oldu?’ dedim, ‘Türk olduğum için abi…’ dedi. Milliyetçi eğilimleri yüksek bir insan bunu söyleyen, o da artık aidiyet krizinin bir bileşeni.

M.B.: Bu his daha öncesinde de farklı topluluklar arasında yaşanmaktaydı, sanırım bugün en büyük fark çoğunluğa yayılmış olması.

T.S.: Kuşkusuz, hep bu oluyordu, olmuştu… Fakat bugün, Türkiye’de ilk kez ‘beyaz Türk’ olarak tabir edilen orta sınıf, kendisini çemberin dışında hissediyor. Burası belirleyici, çünkü o kimliğin aşınması, bütün bir birikimin aşınması anlamına geliyor. ‘Orta sınıf beyaz Türk’ olarak tabir ettiğimiz çok ideal bir model mi ayrıca tartışılır. Fakat modernist ve seküler bir model, iki yüz seneyi aşkın bir modernizm birikiminin ürettiği insan tipi… Belli bir gündelik yaşam kültürü geliştirmiş, kadın haklarına duyarlı, serbest ve eleştirel düşünceye açık, yüzünü Batılı değerlere dönmüş, ahlak anlayışı buna göre şekillenmiş… Yeni toplum mühendisliği, bu modeli ortadan kaldırmaya ant içmiş görülüyor. Peki yerine ne koyuyoruz, kimleri öneriyoruz? Orası vahim, birçok Ortadoğu ülkesinde bulundum, bir dönem Ortadoğu çalıştım. 2016-17 yılı boyunca İstiklal Caddesi’nde gördüğüm selefi ve vahabi yoğunluğunu, Kahire ya da Tahran sokaklarında görmedim. Bunun bir anlamı olduğu açık… Birileri benim yaşam değerlerimi benden almaya gelmiş ve bunu büyük bir rahatlıkla yapabileceği konusunda güvence almış gibi davranıyor. Bindiğim o taksi şoförü de bunun böyle olduğunu görüyor. Aşınma bu şekilde devam ederse, çok değil 30 sene sonra, biz Gezi’nin çocukları da, aynen Şahinyan arşivindekiler gibi olacağız. Fotoğraflarımızı duvarlara asacaklar, ifadelerimizi inceleyecekler, güzel olduğumuza kanaat getirecekler ve hatta bize duydukları ‘özlem’den bahsedecekler…

M.B.: Maryam Şahinyan bu ülkede yaşamış ve modern Türkiye’nin ilk kadın stüdyo fotoğrafçısı olarak hayatını sürdürmüş. Onun objektifinden ülkedeki sosyolojik, politik ve kültürel değişimleri izlemek mümkün mü? Ayrıca bir kadın olarak fotoğrafçılık yapmasının dönemin muhafazakar yapısı açısından avantaj ve dezavantajları olmuş mudur?

T.S.: Arşivin en parlak yılları 40’lar, bu dönem 50’lerin ortasında bir kez daha ivme kazanıyor, 60’lı yılların başına kadar da devam ediyor. Sonra başka bir katman geliyor. 1964 çok kritik bir tarih örneğin, Türkiye’nin tek taraflı olarak İstanbullu Rumların ikamet izinlerini kaldırmasıyla binlerce kadın buharlaşıyor arşivden. O tarihe kadar belli bir süreklilik içerisinde izleyebildiğimiz yüzler aniden kayboluyor. 60’lı yılların sonunda iç göç dalgasını izleme başlıyoruz, 70’lerle birlikte bu durum tavan yapıyor. 80’lerde ise başka bir İstanbul var artık, arabesk giriyor stüdyoya. Ne ironidir ki, arşive kronolojik olarak baktığımızda ne kadar geriye gidersek o denli modern yüzlerle karşılaşıyoruz. Arşiv, günümüze yaklaştıkça çocuk sayısı artıyor, kıyafetler dönüşüyor, kadınlar el pençe ayakta dururken erkekler koltuklara kuruluyor. Özellikle 70’li yıllardan itibaren arşivde tanık olmadığımız türden bir feodalitenin stüdyoya girişini izliyoruz. Bu kronolojide, en çok mizansenlerin dönüşümü yaralar beni, kadınların eşlerinin yanındaki o ezilmiş halleri… Halbuki bir önceki dönemde kadınlar için bir özgürlük alanıdır stüdyo. Maryam Şahinyan ortalama bir stüdyo fotoğrafçısından beklenen performanstan çok daha uzun süre çalışmaya devam ediyor, onun perspektifinden yaklaştığımızda her açıdan yaralayıcı bir final olmalı.

M.B.: Son olarak böyle bir arşiv ve değeri hiç bilinmemiş ve unutulmaya yüz tutmuş binlerce negatif ve oldukça kıymetli bir kadın fotoğrafçı olarak Maryam Şahinyan arşivi üstüne çalışmak size nasıl hissettirdi? Bu arşivi gün yüzüne çıkarmak, onu yalnızlığından koparıp kamuya açmak ve görünürlük kazandırmak nasıldı?

T.S.: Arşivin konservasyonu süresince duygu yoğunluğu yaşama konforum yoktu. Bugün olsa belki bir kez daha düşüneceğim türden zorlu bir süreçti ve konuya duygusal açıdan yaklaşmak beni büsbütün mahvedecekti. Stüdyoya girdiğim an robotlaşıyordum, bu şekilde üstesinden gelmeye çalışıyordum. Fakat şu çok sık oluyordu, akşamları Garanti Han’daki stüdyodan çıkıp, İstiklal Caddesi’nde kalabalığın arasına karışınca bir tür şaşkınlık yaşıyordum. Bütün gün arşivdeki insanların yüzlerine bakmaktan gerçek hayattaki yüzler yabancı gelmeye başlamıştı artık. Farkında olmadan arşivdeki yüzleri arıyordum. Bir de fotoğrafın ölümle ilişkisi var. Düşünün ki, o gün Maryam Şahinyan tarafından kutularına kapatılmış filmler yarım asır sonra ilk kez sizin tarafınızdan açılıyor. Her bir tabaka filmi, neredeyse is haline gelmiş simsiyah bir tabakadan temizliyorsunuz ve bu is tabakasının altından bir çift göz çıkıyor, gözlerinizin içine bakıyor. Bunu üç sene boyunca yapıyorsunuz ve her gün ortalama 150-200 farklı silüet ile göz göze kalıyorsunuz. Bu insanların bir kısmının hayatta olduğunu biliyoruz. Fakat bir bölümü de artık aramızda değil. İlkel kabilelerin bazılarında fotoğrafın ruhu teslim aldığına dair bir inanış vardır, bu nedenle yakın döneme kadar fotoğraftan uzak kalan topluluklar olduğunu biliyoruz. Teslim almak değil belki, fakat tin, bir şekilde ilişiyor fotoğrafa. Özellikle gümüş emisyonlu cam levha negatiflere. Roland Barthes’ın ‘punctum’ olarak tarif ettiği şey, fotoğraftan çıkıp size saplanır. Hayatınız boyunca taşıyacağınız türden bir iz bırakır.

Kaynak: “Sahi, İstanbul neydi?
by Melike BAYIK, Mayıs 2018, sayı: 52, IstanbulArtNews

FLASHBLACK:
‘Instagram Çağına Meydan Okuyan Fotoğraflar’

Tayfun Serttaş, “FLASHBLACK” isimli son kişisel sergisiyle bizleri stüdyo fotoğrafçılığı gibi erkek tekelindeki bir mesleği 60 sene boyunca sürdüren Maryam Şahinyan’ın arşivine davet ediyor. Pilevneli Galeri’deki sergi, içindeki yaklaşık 11 bin kare fotoğrafla yıllar öncesinden bir Instagram profilini gezmek gibi. Daha duru, daha katmanlı, daha gerçek ifadelerle ama… Zaten konuştuğumuzda Tayfun Serttaş da bundan bahsediyor, “az önce bir profilden bahsettik, 50 bin takipçisi var instagram’da ama berbat bir hayatı var. Sabah uyanıp metroyla Zorlu Center’a gidip Louis Vuitton’un kapısında fotoğraf çekip instagram’a koyuyor. Gün içerisindeki en büyük mesaisi yaşamadığı bir hayatı yaşıyormuş gibi fotoğraflamak. Böyle bir nesil var artık, simülasyon ve gündelik gerçeklik arasındaki parametreleri kaybetmiş.”

by Pınar Tarcan

“Arşivde ise öyle değil, bu fotoğraflar onların gündelik gerçekliklerini temsil etmek üzere kurgulanıyordu. Bu kadar duru bakamıyoruz objektife artık. Ağzımız, gözümüz yamuluyor. Çünkü artık fotoğraf simülasyonu hedefliyor, temsil ile ilişkimiz belki de hiç olmadığı kadar problemli”. Sergiyi sadece azınlıkların yaşam tarzını yansıtan bir arşiv olarak görmeyen Serttaş, bunun seküler bir arşiv olduğunu söylerken “Gezi’den sonra bu arşiv başka bir önem kazanıyor. 2011’de bu arşivi ilk kez kamuya açtığımızda yaşam tarzımız gasp ediliyor diye sokaklara dökülmemiştik henüz” diyor. Bahse mevzu ‘yaşam tarzı’ aynı zamanda bu arşivin en belirgin özelliği. O dönem gündelik yaşam sosyolojisi üzerine kurduğumuz söylem eminim ki bugün çok daha anlaşılır, çok daha içselleşmiş durumda.

Sosyal antropoloji geçmişiniz var. Burada da 60 yıllık bir azınlık arşivi. Bu geçmiş çalışmaya nasıl yansıdı?

Ağırlıklı olarak kent antropolojisi çalıştım ve bu alanda çalışırken de İstanbul’un tarihsel ve toplumsal katmanları üzerine yoğunlaştım. İstanbul çok katmanlı bir kent. İçerisinde birçok ara yüz var, istersek görebileceğimiz, istemezsek hayatımız boyunca tanık olmadan buradan göçüp gidebileceğimiz.

Benim eşelediğim alan daha çok azınlıklarla ilgiliydi. Ne kaldı, ne gitti, elde ne var. Toplumsal demokrasi de dediğimiz tartışmayı buradan nasıl okuyoruz. Bu konular üzerine çalışmaya başladığımda ne 19 Ocak olmuştu, ne de Gezi olayları olmuştu. Sonra tüm Türkiye bu konuları tartışmaya başladı. Çok talihsiz olaylar yaşandı, çok hayırlı tartışmalar açıldı, ama hala kafamız çok karışık. 2009’da “Stüdyo Osep” bir sanat galerisine çektiğim ilk arşiv projesiydi. 2011’de de Foto Galatasaray’ı kamuya açtım. Bu ikinci büyük arşivdir.

O zaman Maryam Şahinyan fotoğraflarıyla tanışmanız o yıllara denk geliyor.

Bu işin arka planı üç yıl. 2009’de girdik atölyeye, 100 bini aşkın negatif filmi inceledik, tabaka dediğimiz cam levhalar var. Her bir tabaka filmin tek tek temizliği, dijitalizasyonu, sonrasında dijital restorasyon ve kataloglama gibi son derece titizlik gerektiren bir süreç. Üç yıl içerisinde 40’a yakın asistan proje için dönüşümlü olarak çalıştı. Bu gördüğünüz her bir imaj neredeyse baştan yapıldı. Bunlar bize bu şekilde gelmedi, her bir filmin görselleştirilmesi neredeyse fotoğrafı çekmek kadar, hatta bazen daha zorlu bir mesai gerektiriyor.

Bu sergi özelinde 100 bini aşkın imajdan 11 bin adet seçtik. 11 bin kare fotoğrafa aynı anda bakmamızı mümkün kılan bir sergi daha hatırlamıyorum. 11 bini aşkın imaj ilk defa izleyiciyle yüzleşecek.

“Gezi’den sonra bu arşiv daha da önem kazandı”

Gezi’den sonra bu arşiv başka bir önem kazanıyor. 2011’de bu arşivle ilk çalışmaya başladığımızda biz yaşam tarzımız gasp ediliyor diye sokaklara dökülmemiştik henüz. Burada yaşam şekillerinin temsili var ve bu insanlar size bu yaşam şekliyle bir şey anlatıyor. Eteğinin boyuyla, bazen bacak bacak üstüne atmasıyla, bazen şapkasının modeliyle. Senin bugün hayatta takıp kapıdan çıkamayacağın şapkalar var burada.

Diğer yandan bugünkü çoğunluk, azınlık fikriyle daha haşır neşir oldu Gezi’den sonra. 2011’de bakıldığında bu arşiv daha “a onlar”dı. Bugün bakıldığında biraz daha “bize” döndü bu konu. Çünkü bugün kendini hiç azınlık hissetmemiş gruplar kendini azınlık hissetmeye başladı. Bugün herkes azınlık fikri üzerine daha fazla kafa yoruyor, herkes kendini ister istemez aynı hissiyatla baş başa buluyor.

Sen de bugün sarı saçlarınla azınlıktansın çünkü. Hepimiz biraz çekildik o tarafa, hepimiz biraz itilip kakıldık. Bunu yaparken de en çok yaşam şekillerimiz dile dolandı.

Bugün yaşadığımız Instargam çılgınlığı ile buradaki tabloyu nasıl karşılaştırabiliriz?

Bu fotoğraflar olmayan bir şeyi öyleymiş gibi göstermek için çekilmedi. Bu kadınlar bu fotoğrafları aile albümleri dışında belki de hiçbir yerde paylaşmadılar. Bu çift bu fotoğrafı emin ol kendisi için çektirdi. Bu aşk, gerçek aşk.

Bunu okumakla bugünü okumak arasında bir fark var. Bugün belki teknik olarak daha iyisini çekiyoruz ama içinde olan başka bir his yok. O duruluk, kendiliğindenlik. Maryam ne yapmış biliyor musun? Gördüğün hiçbir karenin arşivde bir yedeği bile yok. Hepsinden bir tane çekmiş. Bugün ne yapıyoruz. En az 50 kare çekiyoruz içinden bir tane çıkarabilmek için ve çıkardığımız yine kötü. Yine içimize sinmiyor. Neden? Çünkü öyle bakamıyoruz objektife artık.

“Simülasyon çağı yaşıyoruz”

Şu an bir simülasyon çağı yaşıyoruz. Yaşamadığımız hayatları yaşıyormuş gibi göstermek üzerinden ilerleyen bir süreç var. Buradan onurlu bir hikaye çıkmaz. Az önce konuşuyorduk biri hakkında 50 bin takipçisi var Instagram’da berbat bir hayatı var. Sabah uyanıp Zorlu Center’a gidip Louis Vuitton’un kapısında fotoğraf çekip instagram’a koyuyor. Burada öyle değil, bu fotoğraflar onların kendi gerçekliğiydi. Hiç bu kadar duru bakamıyoruz objektife artık. Ağzımız, gözümüz yamuluyor. Çünkü o simülasyon için bir hedef. Bu fotoğraflarla instagram neslini yüzleştirmek önemliydi.

İkincisi bir diğer başlık sekülerlik. Bu seküler bir arşivdir. Bir kadının fotoğrafla ilgilenmesi, modernizm okuması açısından önem taşır, Cumhuriyet tarihinin birikimiyle yakından ilişkilidir. Bizde her kuşak kendi modernizmini keşfeder ve ölünce de kendi modernizmini yanına alıp gider. Jenerasyonlar arası aktarım sıfır. Bu son 200 yıldır neredeyse böyle. Cumhuriyet de bunu böyle yaptı. Cumhuriyet’ten önceki girişimlerde de bu şekilde.

Şimdiki jenerasyon da bunu kendi imkanlarıyla keşfediyor ama bir önceki jenerasyonun kurgusundan alabileceği çok şey var aslında. Çünkü tam olarak yakalamak istediği şey, aslında aradığı şeyin orijinali yanı başında. Metinde de yazdığımız gibi bu ülkenin çok katmanlı tarihi, aynı zamanda bir önceki katmanı inkar ve yok sayma tarihi. Her yeni gelen modernitenin bir önceki modernitenin tarihini inkar etme tarihi. O inkarlar dizisi bizi bugün buraya sürüklüyor.

Bak bu aile ortadaki koltuğa tek başına çocuklarını oturtuyor, ve kendileri ayakta poz veriyorlar. Altı yedi yaşlarında bir çocuğu koltuğa oturtup yanında poz vermek çok seküler bir tavır, bugünkü kültür en yaşlıyı koltuğa oturtuyor kendi ayakta kalıyor. Stüdyonun seküler kimliği özel olarak bu sergideki vurgularımızdan biri. Maryam bir zümrenin, bir ekonomik grubun fotoğrafçısı değil. Sünnet çocukları, Katolikler, askerler, asker eşleri var. Ermeni, Rum ya da Türk olması mevzu değil, bu insanların buluştukları nokta ortak bir yaşam tarzını benimsemiş olmalarıdır.

Maryam’ın hem kadın hem azınlık mensubu bir fotoğrafçı olması bu tablonun ortaya çıkmasında önemli mi?

Önemli, bu da ona seküler dünyanın Cumhuriyet döneminin bir armağanı. Bekar bir kadın, o zaman herkes evlenmek zorunda değildi, bugün herkes evlenmek zorunda. 70’lerde de bir sürü yalnız yaşayan insan vardı. Romanlarda, edebiyatta çok önemlidir bu karakterler. Bu da öyle bir kadın. Müzminler denilirdi bunlara, bugün olduğu gibi herkes acilen evlenip üç çocuk yapmak durumda değildi.

Fotoğrafın geçirdiği bütün dönüşümlere rağmen kendi tarzını bozmadığı doğru mu? 

Maryam’da 1985’te çekilmiş bir fotoğrafı 1940’ta çekilmiş bir fotoğrafla yan yana getirdiğimizde aynı teknolojiyi görüyoruz. Aynı mizansen, aynı sandalye ve aynı koltuk. Bugün baktığımızda bu çok sanatsal bir tavırmış gibi okunabilir. 72’de İstanbul’da bütün stüdyolara renkli fotoğraf teknolojisi gelmişti ama Maryam siyah beyaz çalışmaya devam ediyor ve hala giden var ona. (Gülüyor) Müşterisi de biraz kendisi gibi diyebiliriz sanırım…

Bunun nedeni ne olabilir?

Bunun iki nedeni var. Birincisi hayır bu kadın bunu sanat için yapmadı. Bu mekan böyle bir mekan. Bu mekanın ayakta kalması biraz mahremiyetine biraz o kendi zamanını dondurmasına bağlı. Çok bir iddiası yok. 6-7 Eylül’den bile zarar görmüyor. Galatasaray’ın ortasında olmasına rağmen basılıp, yağmalanmaya bile tenezzül edilmiyor sanırım. Hiçbir zaman sokağa açılan bir vitrini olmaması bu açıdan çok belirleyici.

Bu da bir varoluş biçimi. Bunların getirdiği bir avantaj var stüdyoya. Örneğin Bella çok önemli bir arşiv çok büyük zarar görmüştür. 40’lı yıllarda koluna taktığı siyah kolçakları 80’lerde de takmaya devam etmesi, beyaz önlüğünü hiç çıkarmaması, saç şeklini bile hiç değiştirmemesi onunla ilgili bize biraz veri veriyor. Maryam Şahinyan’ın bireysel tercihleri Foto Galatasaray’ı doğruluyor.

Biz Foto Galatasaray’ı İstanbul’un şahane stüdyosu diye ortaya koymadık, tam aksine o orta sınıf kültürünü, “bobo” deriz yani bohem burjuvayı ağırlıyor. Modernizmi çok iyi sindirmiş bir orta sınıf var bu fotoğraflarda. Taşıyıp getirdikleri kültürün belki tek örneği. Çünkü bu ara yüzü konuşmuyoruz. Biz hep şunu konuşuyoruz, modernite sanki bir zenginlik göstergesiydi, bir zümrenin tartışmasıydı. Üç paragraf da olsa Maryam’ı ve onun külliyatını bugünkü kültüre kazandırmak bizim için önemliydi, bu arşiv için ondan bu kadar direttik.

Bizi asıl vuran fotoğraf hayli sıradan çiftin fotoğrafı oldu. Bu adam çok varlıklı bir adam değil aslında, kravatı örneğin, çok alelade gündelik bir fotoğraf ama yan yana geldiklerinde ve yüzümüze baktıklarında bize söyledikleri bir şey var. Bu bizim bugünkü tartışmamızla çok ilgili. Hepsini bir yana bırakalım, bizi asıl vuran o davet fotoğrafındaki şapkalı çiftin sadeliğinde yarattığı şeyi bizim biber gazları altında Gezi’de de savunmuş olmamızdır.

Benim bir insanın fotoğrafına bakıp kimlik giydirme şansım yok. Ama başka bir şeye hak görüyorum kendimde. Onların yaşam kültürleriyle ilgili bir süzgeci var ve ben o kültürün (kimliği, dini, dili hiçbir şeyi hesaba katmadan) devamıyım, bir süreklilik varsa, onların bıraktığı mirastan dolayı var. Bunun da adı modernizm.

* * *

Tayfun Serttaş hakkında

Sanatçı, yazar ve araştırmacı (1982). 2000’den bu yana yurtiçi ve dışında birçok akademik projeye katıldı. Kent antropolojisi, toplumsal cinsiyet, ötekinin kültürel mirası, gündelik yaşam sosyolojisi, azınlıklar, post-kolonyalizm, kentsel dönüşüm, göç ve sosyal transformasyon, kültürel stratejiler ve minör politika konularında çalışıyor, üretiyor. Enstalasyon odaklı çalışmaları görsel arşivler, bulunmuş objeler, heykel, video, fotoğraf, sanatçı kitapları ve belgesel temalara dayalı çizimler gibi farklı tekniklerin çok katmanlı birleşiminden oluşuyor. İstanbul Üniversitesi Sosyal Antropoloji mezunu. Yıldız Teknik Üniversitesi Sanat ve Tasarım Fakültesi’nde yüksek lisansını, ‘Modernizm ve kültürel temsiliyet olguları bağlamında İstanbul’da fotoğraf ve azınlıklar’ çalışmasıyla 2007’de tamamladı. İstanbul, New York, Londra, Paris, Amsterdam, Varşova, Beyrut, Atina, Selanik ve Frankfurt gibi kentlerde sergiler açtı.

 *Pilevneli Sanat Galerisi’ndeki “FlashBlack” sergisi 27 Nisan-26 Mayıs 2018 arasında gezilebilir.

Kaynak: “FLASHBLACK: Instagram Çağına Meydan Okuyan Fotoğraflar”
by Pınar Tarcan, 28 Nisan 2018, Bianet

French Revolution’s projection on the Ottomans
and Tayfun Serttaş

Huo is Asking, is an active personal blog, made out of interviews of five questions, five answers. Artist Huo Rf, by asking these questions to other artists, institutions or art professionals, aims to be aware of the effect and perception of different geographies and art fields. After the appearance of the Huo is Asking interview series in Art Unlimited, the artist expands his field, and asks his art related questions to not only art professionals but also people from different work fields and names he wants to put a spotlight on.

by Huo Rf

Huo Rf: In our days, art is not evaluated on a career scheme regarding a technical or educational aspect. Once a work is completed, defined as striking, and touching for the audience, only then we look at its history. I am asking
this question, ruling out the fact that
it has previously been asked multiple times: Your academic background is
in anthropology, you produce utilizing various mediums, you do research and archive work. You started producing stories, aspects, situations and persons that you’ve already been looking inside intensely. How did this process evolve? How were your initial works, and the following interactions you experienced shaped?

Tayfun Serttaş: Let me first correct one thing; my academic background is in art. I have an undergraduate degree in anthropology. But I completed my graduate degree in interdisciplinary arts that I still pursue. My graduate thesis includes visual archives. I have often been associated with anthropology.

The reason for this is because my works were often and fairly been
read with regards to sociology, yet even before anthropology, I have
been heavily equipped with art. I haven’t discovered art subsequently; instead art was always present in my life. Then I wanted to evolve on a different platform by incorporating anthropology, and to apply scientific methodology. But it wasn’t long before I continued from where I left off therefore my story is not so hilly. Even in primary school, I was programmed to be an artist. It’s just that everyone was hoping I would become an artist, and I surprised everyone by focusing on archives. Obviously, in order to explain this to the art world, I often gave reference to sociology and philosophy. I think that’s how the concept of “anthropologist/artist” was perceived (laughs).

H.R.: Based on my experience, during high school and university, I took technically adequate/inadequate workshop trainings. As a result of a very common problem in Turkey, there were workshops in the curriculum
that I could not take due to academic inability. Long story short, in a way, I was exposed –even though not fully- to the material. We observe that in your works, the fiction, the textual part
of the status, is rather strong. How 
do you blend the reflection of these statuses on you with the technical aspect? How much do you get involved in the technical production stage and how much responsibility do you take from the technical point of view?

T.S.: Academic education is overrated if you’re not pursuing a really scientific training. Academic education can only establish a profound background if it is scientific, and that is very dependent on the mentality, and the school the person is affiliated with. For instance, it creates a special feeling of affiliation. In all the other academic educations, you are the actor, and you get how ever much you want to receive, and advance thereon… Especially in fields like art and philosophy, the burden is on the student rather than the teacher. I did everything I could to fulfill myself academically but in the end I was the decision maker. No one decided for me.

If we get to plastic arts from this point on, there, you are not as free
as you think you are. Because every context and material you work on have certain necessities. If you aim
to visualize an archive consisted of 200 thousand layers of film, in the
end of the day you cannot make a tower out of these. With the first
rain that comes, your tower will be demolished. You are entitled to act
in accordance with the memory and independent necessities of the material you work with. For instance, if you attempt to fictionalize a fantasy museum like “Le Musee d’Histoire Naturelle de Constantinople” from scratch, then other responsibilities
are activated. There are over 40
works exhibited at the museum; it
is an utterly different, completely personal plastic experience with a five-year background. “Cemetery of Architects” is a whole different plastic experience; limestone, one of Istanbul’s oldest architectural elements since
the Byzantines, was brought from the last quarry in the Marmara region, and the limestone-marble relationship in the architecture of the period was symbolically fictionalized afresh. It is of course possible to produce the same work from Plexiglas, but the medium is the relationship the artist forms with culture. I prefer completely different mediums at each of my exhibitions. These preferences do not disregard
the culture, rather, are involved in the process distilled from the memory of culture production.

H.R.: Reading about you, I saw 
that you are very interested in history, especially recent history. In parallel with the political agenda, the art scene in Turkey is very dynamic. You too are involved in some discussions. Artists and curators reflect their opinions on the agenda. The readers are sometimes convinced, sometimes not. Looking at art history, we observe that criticism in the mid-20th century is very rough, and very influential at the same time in determining the interest shown to some exhibitions and the sale rates of some works. How do you think this happens? Could you elaborate on this as an artist and a writer?

T.S.: In the 90’s, there was a battlefield atmosphere to make space for artists of the following generation. If we owe anything to history, this is it: the result of the battle in those years. The generation in the early 2000’s found itself in a different battlefield, making space for the other generation. We’re in 2015, and the battle will keep on going. I just have a general intuition that the artist generation following mine has a high opinion of “avoiding re so as not to burn hands”. They
act with the courtesy of a company secretary instead of an artist. When
the fight with the government stops, so does art. I feel like they are preparing for their own ends.

Today, the world and conditions
we live in are not as malleable as the artists’ general stance. While the blacks were given all the rights during the last century, today they’re hunted down in the streets like birds. The new world has no west or east; we’re shaking with news of “betrayal of history” from all over the world. Today, culture producers undertake a very serious mission, that, if they can realize.

The “criticism-sale ratio” duo that you mentioned in your question is really none of my business, as I don’t create with that motivation in mind. Yet at the end of the day you are
face to face with your work; there’s good work, there’s bad work, there’s work that you try to t, and those
that t you very well. Criticism can only overtake to a degree, because in the end, the mechanism that we call “human brain” works there too. To me the greatest determinant is history. If you can call a criticism that you wouldn’t bear hearing one day, and the next you think it is actually valuable, this means history will eventually lead everyone to confront themselves.

H.R.: The story of Dr. Abdullah Bey is remarkable, and reading from the interviews you gave, very important. The kind that you wouldn’t hear about, if you weren’t to uncover until someone else would. At the same time, we encounter it in various visual languages via various mediums in your works. How did you meet Dr. Abdullah Bey and how did you decide he was a good starting point? Do you believe your choice or encounter is a coincidence?

T.S.: I can’t call it a coincidence
since the Age of Enlightenment, and the currents developed thereafter, specifically the French Revolution – that I read together with the 1871 Paris Commune – and its projection
on the Ottomans, are some of my favorite topics of study. But the person that it all comes down to is a pure coincidence. I met Dr. Abdullah Bey when I read his name on a small brass plaque, in front of a small display where some of the 400 fossils that he had sent from Anatolia to Paris at the time were exhibited at the mineralogy room that I had entered by coincidence at the Paris Natural History Museum. It was written that he had died in Istanbul… I was then following the stories of the Young Turks. When they first went to Paris, the Young Turks were organizing special meetings, gathering at squares, and observing sculptures. I mean any sculptures in the streets of Paris, next to fountains for instance, not necessarily those of artistic value. Their purpose was to observe these. Because at the time, sculptures were banned in the public sphere, and this appeared to them very strange.

I was so involved with the Young Turks that at first I thought Dr. Abdullah Bey was a Young Turk. Because I didn’t believe any other entrepreneur but Young Turks could gather fossils from Anatolia and send it to Paris in those years. Then the reality about him started to unfold, and I couldn’t digest his story as the truth unveiled. The intellectual dynamics that someone as important as Osman Hamdi had created with his refugee identity, had to correspond to something. The subject then became bigger than Dr. Abdullah Bey’s personal being, and expanded to the museum. The result was more impressive then I had imagined; I wasn’t sure that an exhibition
about these early encyclopedists and naturalists would arouse such interest. I thought this was an issue that only I cared about, yet it wasn’t. Students rushed to the exhibition, many academies are trying to make
an appointment to give lectures at the exhibition space, and I see that the subject was of matter to most of them.

H.R.: Water found on Mars, the technological advancement process, USA, China, Russia, ISIS… What future awaits us? And could you share your future works, research, and events?

T.S.: This is not a very suitable time to make manifestations about the future; it is a transition period, and we shall start by forgetting everything we know of, we believe in, and think of. If anyone can say “tomorrow such will happen %100”, believe me he/she himself/herself does not believe in
it and tries to fool you. Whatever we thought we knew and believed would happen; we saw the fall of during these past five years. The Great Middle East Project collapsed, and Arab Nightmare created out of the Arab Spring, European Union is having its most depressing times ever, and those actors we had high hopes of like China did not surprise us intellectually…

Where to start fictionalizing such a world? We should start by not losing hope. Because the history of the same men involved days of enlightenment, and we see that those periods were started following heavy pressure times. People always have the action-reaction re ex, a common re ex of all humans, not specific to a culture or society. Let’s believe in action-reaction, it will definitely have its effects. My own personal life, works, personal history, preferences, adoptions will be no different than this. There is no world independent of us, wherever it goes we will follow. At the point when we think we’re the strongest opposition, we actually give our voice to mainstream.

* French Revolution’s projection on the Ottomans and Tayfun Serttaş
Huo is Asking @ ARTUNLIMITED 33th Edition, September 2015

“BU ÜLKEDE SANAT BURJUVASI YOK,
OLAN DA ZATEN KAYIP”

1848 yılında Osmanlı İmparatorluğu’na sığınan Karl Eduard Hammerschmidt İslamiyeti kabul eder ve Abdullah Bey ismini alır. Kariyerini doğa bilimleri üzerine yapmış, onlarca hamamböceği türüne kendi ismini vermiş olan Hammerschmidt (Dr. Abdullah Bey) 1871 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk doğa tarihi müzesini açar. Araştırma içeren tüm çalışmaları için “Ben bu katkıyı İngiliz ya da Amerikan tarihine sunsaydım, kimse bana kraliyet nişanı takmazdı elbet ama en azından birileri çıkıp tüm samimiyetiyle teşekkür edebilirdi”, diyen Tayfun Serttaş ile 18 Eylül’de Studio-X Istanbul’da açılacak olan “Le Musée d’Histoire Naturelle de Constantinople” sergisi ve çok daha derin konular üzerine konuştuk.

by Mısra Gökyıldız

Studio-X Istanbul’dayız. Galeride hummalı bir çalışma yürüten Tayfun Serttaş, yitirdiklerimizi bize en görkemli haliyle, göstermek istediği ‘müzesinin’ değerli parçalarıyla baş başa, incelikli bir hazırlık içerisinde… Kökleri, bu topraklarda Fransız ekolüyle kurulmuş ve talihsiz bir yangınla kül olmuş gerçek bir doğa tarihi müzesine uzanan metaforik müze “Le Musée d’Histoire Naturelle de Constantinople” ilkin Tayfun Serttaş’ın tahayyülünde, ardından da tam burada, bulunduğumuz yerde ayaklanıyor. Peki ya nasıl? Serttaş, Paris Doğa Tarihi Müzesi’nde ‘tanıştığı’ Dr. Abdullah Bey’in Osmanlı arşivlerinde izini sürerek yitip gitmiş bir doğa tarihi müzesine rastlıyor. Hem de bu topraklarda! Elinde müzeye dair yalnızca Osmanlı alfabesiyle kağıda geçirilmiş Fransızca yazışmalar var; bir de bu toprakların yazısız tarihi, modernist hamleler, doğa ve insanlık üzerine ilişkisi üzerine derin bir birikim ile siyasetler üstü bir bakış açısı… Ve iş başa düşüyor. Hikaye işte böyle başlıyor.

Serginde İstanbul’un kamuya açık ilk doğa tarihi müzesini kurgusal olarak baştan yaratıyorsun ve çıkış noktası olarak 20. yüzyılın sonunda ortadan kaybolan müzenin kurumsal yazışmalarını baz alıyorsun. İstanbul Doğa Tarihi Müzesi’nin hikayesi ile başlayalım dilersen?

Hikaye, 1848’de kanlı biçimde bastırılan Viyana Ayaklanması sonucu Osmanlı İmparatorluğu’na sığınan Karl Eduard Hammerschmidt (1800 Viyana – 1874 İstanbul) isimli bilim adamının çabalarıyla başlıyor. Fransız Aydınlanması’ndan hayli etkilenmiş, kariyerini doğa bilimleri üzerine yapmış, daha spesifik olarak entomoloji (böcek bilim) alanında ün kazanmış, Viyana’da 1.000’den fazla böceğin metamorfozunu sergilemiş, onlarca hamamböceği alt türüne kendi ismini vermiş, dönemin dergilerinde makaleleri yayınlanmış, uluslararası saygınlığı olan biri… 1848 İhtilali sonucu tüm yaşamı alt üst olan Karl Eduard Hammerschmidt önce Macar Ordusuna katılıyor, ertesindeyse hayatını kurtarmak için Polonyalı direnişçilerle beraber Osmanlı İmparatorluğu’na sığınıyor. İslamiyet’i kabul ediyor ve Abdullah Bey ismini alıyor. Bu tarihten sonra uluslararası saygınlığına rağmen bir daha gerçek ismini kullanmıyor ve hayatının geri kalanını Dr. Abdullah Bey olarak sürdürüyor. Doğa tarihinin Osmanlı bilim dünyasındaki öncüsü olmaya uzanan serüveni kısaca böyle başlıyor. Aslında bir mülteci entelektüelin hikayesi.

İmparatorluğun farklı kentlerinde saklandıktan sonra doğa bilimleri alanındaki uluslararası kariyerini İstanbul’da sürdürmek isteyen Abdullah Bey’in girişimleri Osmanlı bilim çevreleri ve saray tarafından memnuniyetle karşılanıyor. 1870 yılında Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye-i Şahane (bugünkü Marmara Üniversitesi Haydarpaşa Kampüsü) bünyesinde bir doğa tarihi müzesini kurmakla görevlendiriliyor. 1871 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nun kamuya açık ilk doğa tarihi müzesi, tam adıyla; ‘Le Musée d’Histoire Naturelle d’École Impériale de Médecine de Constantinople’ açılıyor. Avrupa’daki doğa bilimcilerle temasa geçerek binlerce örneğin İstanbul’a taşınmasını sağlayan Dr. Abdullah Bey, Osmanlı İmparatorluğu’na çağdaşları arasında saygın bir müze kazandırmakla kalmadı, aynı zamanda Fransız Aydınlanması’nın bilimsel alandaki en önemli etkilerinden birinin İslam coğrafyasındaki öncüsü olarak tarihe geçti. Bu emsalsiz misyonundan dolayı 1873 salnamelerinden itibaren Dr. Abdullah Bey’in adı ‘Numunehane Müdürü’ unvanıyla onurlandırılır.

Osmanlı Batılılaşması çok geniş bir perspektif, Karl Eduard Hammerschmidt öncesinde doğa tarihi alanında hiç girişim yok mu?

Yok diyemeyiz, var. Çünkü Fransız Okulları var ve haliyle bu okulların bağlı olduğu ekollerden dolayı her okulun içerisinde birer doğa tarihi laboratuvarı diyebileceğimiz ‘cabinet d’historie naturelle’ koleksiyonları var. Fakat bu koleksiyonlar çok sınırlı olduğu gibi yalnızca okulların öğrencilerine açık olması nedeniyle kamusal bir misyondan bahsedemeyiz, eğitim amaçlı. Daha kapsamlı bir çalışma ise Galatasaray Tıbbiyesi bünyesinde 1839’da gerçekleşiyor. Ancak bu müze girişimi henüz kamuya açılmadan 1848’deki Beyoğlu Yangını esnasında tahrip oluyor… Dr. Abdullah Bey, 1870 yılından itibaren çok daha kapsamlı ve yeni bir doğa tarihi koleksiyonu oluşturmaya başlıyor ve 1871 yılında Osmanlı İmparatorluğu’na gerçek anlamda kamuya hizmet eden bir doğa tarihi müzesi kazandırıyor. Ben bu tarihi baz alıyorum, çünkü öncesindeki kişisel ya da kurumsal koleksiyonlar modern anlamda bir müzeye eşdeğer değil.

Modern bağlamda bir doğa tarihi müzesinin, temsil ettiği bilimsel yaklaşım açısından Osmanlı İmparatorluğu’ndaki önemi nedir?

O yıllarda İstanbul’da bir doğa tarihi müzesi kurmak, örneğin arkeoloji müzesi kurmaktan çok daha öncü bir tavır. Çünkü doğa tarihi içinde çok geniş tartışmaları barındıran bir alan. Fransız Aydınlanması’nın öncüleri ve ilk ansiklopedistlerin büyük iddiası, her şeyin sınıflanabilir olduğuna dair katıksız inançları ve bu yeni akılcılığı bilim, sanat, estetik ve tabiat gibi farklı alanlarda etkin kılmaktı. Bu çaba 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren kolonyalizmin ivme kazanmasıyla, insanlar da dahil doğada yer alan canlı ve cansız bütün varlıkların sınıflandırılması, kıyaslanması, konumlandırılması ve nihayetinde baştan tanımlanması ihtiyacını doğurdu. Böylelikle, bir önceki dönemin sıradışı ve nadir olan her şeyi toplama/koruma/gösterme tutkusundan doğan karmaşık seçkinciliğine tezat, çok daha sistematik temsillerin makul sayıldığı yeni bir anlayışa geçildi. İnsanın karşısına belli bir tasnif ve kronolojik düzen içinde yer küredeki tüm varlıkları seren doğa tarihi müzeleri, gözlem sonucu kendi algısını yaratmakla yükümlü sayılan insanın aynı zamanda dünyaya – doğaya – karşı özneye dönüşmesinin evrensel sahneleriydi artık… Böyle bir sahneyi İstanbul’a kazandırmak, bugün dahi doğa tarihi etrafında dönen tartışmaları göz önüne aldığımızda, azımsanmayacak bir çaba.

Bu aynı zamanda Batı kökenli bir tartışma ve Batı dünyası için dahi böylesine yeni bir tartışmanın Osmanlı’daki izdüşümünü nasıl yorumluyorsun?

Osmanlı bir Avrupa İmparatorluğu’ydu. Üstelik Avrupa’daki toprakları bugünküne oranla mukayese edilmeyecek kadar genişti, son 300 yıl boyunca tüm yatırımlar Avrupa’ya yapılmıştı. Sınırları içinde yaşayan ahalinin bugüne oranla kendini çok daha Avrupalı hissettiğini de eklemek gerekir, evet Şark hep vardı ama imparatorluğun kalbi orada atmıyordu. Güney Amerika sömürgeleri nedeniyle İspanyolları ‘Amerikan Yerlisi’ olarak tarif edemeyeceğimiz gibi, Arap ve Afrika sömürgeleri nedeniyle Osmanlıları da bir ‘Orta Doğu Şeyhliği’ olarak göremeyiz. Bu benliğimizdeki Avrupa’yı, kendimizi inkar etmek olur… Bugün Batılı değerlere sahip olmak sanki bir aşağılık kompleksinin ürünüymüş gibi yansıtılıyor. O kişilerin şahsi kompleksidir, kültürde böyle bir kompleks yoktu.

19. yüzyılın ikinci yarısında ivme kazanan Osmanlı Batılılaşması; siyaset, mimari, teknoloji ve sanat gibi alanlarda olduğu kadar, bir dizi bilimsel reformun da öncüsü sayılmalı. Biz o dönemi yalnızca siyasi bir dönüşüm gibi izliyoruz, hatalı. Batılılaşmanın mimariden sanata, teknolojiden toplumsal yaşama geniş bir karşılığı var. İfade özgürlüğünde karşılığı var. Bence bu dönemin en karakteristik göstergelerinden biri, İstanbul Doğa Tarihi Müzesi’nin Paris, New York, Londra gibi kentlerdeki çağdaşlarıyla aynı yüzyıl içinde İstanbul’a kazandırılmasıdır. Bu yeni misyon, 19. yüzyıl müzeciliğindeki gelişmeleri anbean takip etmekten ziyade, evrim teorisinden nasyonalizme, teolojiden ekosisteme uzanan hayli geniş bir çatıda tartışılagelen ‘modern doğa tarihi’ anlayışının Osmanlı İmparatorluğu coğrafyasında tanınması demekti, ki küçümsenemeyecek bir reformdur.

Dr. Abdulah Bey’i keşfetmen ve onun üzerine çalışmaya başlaman nasıl oldu?

Dr. Abdullah Bey’i İstanbul’da keşfetmedim, Paris’te keşfettim. Onun varlığına Paris’te emin olduktan sonra İstanbul’da çalışmaya yöneldim… Paris Doğa Tarihi Müzesi’nin Mineraloji Bölümü’nde hala bir kürsüsü var. Çünkü o yıllarda Anadolu’dan Paris’e 400’e yakın fosil gönderiyor. Karşılığında ise 900’e yakın türün İstanbul Doğa Tarihi Müzesi’ne bağışlanmasını sağlıyor. Dönemi için büyük bir işbirliği, tamamıyla kişisel çabalar. Avrupa’da Karl Eduard Hammerschmidt olarak edindiği saygınlığı kullanıyor. Örneğin yine müzeye koleksiyon sağlamak için şehri terk ettikten sonra ilk kez iki aylığına Viyana’ya dönüyor ve oradaki kişisel nüfuzunu kullanarak 27 sandık dolusu (Osmanlı kaynaklarında ağırlığının 1.000 okka olduğu geçer) koleksiyonu İstanbul’a taşıyor. Yalnızca Viyana ziyaretinden 11.891 örnekli mineraloji ve jeoloji, 2.725 örnekli bitki, 5.900 örnekli böcek ve 2.500 kadarı diğer hayvanlardan oluşan bir zooloji koleksiyonu yanında, 249 nadir kitap getiriyor… Yol masraflarının karşılanması dışında Osmanlı Devleti’nden finansal destek almıyor, büyük çabalar bunlar.

Ve bugün Haydarpaşa Kampüsü gibi görkemli bir binada böyle bir koleksiyonun sergilendiği fikrini hayal etmek bile çok heyecan verici… Nasıl oluyor da müzenin akıbeti öylesine trajik şekilde son buluyor?

Dr. Abdullah Bey’in ölümü bence önemli bir faktör, çünkü ondan sonra müzeye aynı motivasyonla sarılan birilerini göremiyoruz. Fakat daha belirleyici olan İstanbul Darülfünun’unun lağvedilip İstanbul Üniversitesi’nin kurulması. Bu süreçte Tıp Fakültesi ve bünyesindeki bütün kurumlar kentin Avrupa yakasına taşınıyor. Bu iki etkeni birlikte düşünebiliriz çünkü Dr. Abdullah Bey yaşıyor olsaydı belki de bazı şeylere engel olabilir ve en azından koleksiyonun daha korunaklı bir noktaya sevk edilmesini sağlayabilirdi, fakat o esnada böyle bir aktör de yok. İstanbul Doğa Tarihi Müzesi’nin bütün koleksiyonu İstanbul Üniversitesi, Fen Fakültesi, Jeoloji Bölümü’ne devrediliyor. 28 Ağustos 1918 tarihinde gerçekleşen Büyük Vefa Yangını sırasında ise müze koleksiyonun tamamı yanarak yok oluyor… Bu trajediyle beraber doğa tarihi müzesi ideali Osmanlı İmparatorluğu topraklarından sonsuza dek siliniyor.

Burada bir kasıt görüyor musun ya da araştırmaların süresince böyle bir olasılıkla karşılaştın mı?

Sanmam, çünkü o olayda bütün bir Vefa semti yanmış. Kurtarabildikleri bir şeyler bilsem ‘peki bu koleksiyonu neden kurtaramadınız?’ diyeceğim, fakat olay başlı başına trajedi… Bir de İstanbul’un geçtiğimiz yüzyılı yangılar yüzyılıdır. O dönem İstanbul oranında yangın geçiren bir kent için pek de şaşılacak bir son değil, birçok şey İstanbul yangınlarında kayboldu. Fakat bazıları sonradan olduğu gibi ihya edildi, bazıları ise ihya edilmedi. Belki bunu sorgulamak gerekiyor.

Serginin adı da mı bu yüzden “Le Musée d’Histoire Naturelle de Constantinople”; yani Fransızca?

Dr. Abdullah Bey’in Osmanlıca öğreneme fırsatı olmadı. Gündelik hayatta eminim birçok kelimeye hakimdi, ama Osmanlıca konuşamıyor ve yazamıyor. İmparatorluğa sığındıktan sonraki tüm makalelerini Fransızca ya da anadili olan Almanca olarak yayınlamaya devam etmiş. Osmanlı bilim çevrelerinde o yıllarda hakim dil zaten Fransızcaydı ve müzenin orijinal ismi de haliyle kaynaklarda Fransızca geçiyor. Bunu modern Türkçeye çevirmeyi bir de araya İngilizce sokmayı anlamlı bulmuyorum. Serginin tek bir ismi var; Le Musée d’Histoire Naturelle de Constantinople. Anlamayanlar için musée/müze, d’historie/tarih, naturelle/doğa, Constantinople/İstanbul. Çok zor değil, artık en azından bu kadarını olduğu haliyle ihya edebilelim istiyorum.

Yalnızca müzenin değil Dr. Abdullah Bey’in akıbeti de çok düşündürücü, bugün mezarının üzerinden bile otoyol geçtiğini öğreniyoruz…

Evet ve o olayda ben bir kasıt arıyorum. Aynı zamanda Türk Kızılayı’nın da kurucusu olan Dr. Abdullah Bey, 30 Ağustos 1874 tarihinde İslami ritüellere uygun geniş katılımlı resmi bir törenle Eyüp Defterdar Camii Kabristanı’na defnediliyor. Ertesinde anıt mezarı inşa oluyor, Osmanlı Hükümeti saygıda kusur etmiyor. Tayyip Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduğu 1994 yılında mezarlık çevresinde gerçekleşen yol ve iskan çalışmaları esnasında anıt mezarının otoyolun altında kalarak tamamen kaybolduğu tespit ediliyor. 2012 yılında Türk Kızılayı tarafından farklı bir noktaya Dr. Abdullah Bey’e atfen sembolik bir mezar taşı yerleştiriyorlar fakat gerçek mezarının üzerinden şu an araçların geçtiğini bilmek, üstelik Neo-Osmanlıcılık oynayan bir anlayış tarafından bunun önünün açılması ‘hangi Osmanlılar?’ sorusunu bir kere daha sormamızı gerektiriyor. Doğa tarihi anlayışını bir kenara koyuyorum, hadi diyelim o ekolden zaten nefret ediyorlar, fakat bu insan Türk Kızılay’ını kurmuş, hiç mi hakkı yok bu kentte rahat uyumaya? Birkaç metrekarelik mezarı taşımak zor değil, en azından taşınabilirdi.

Doğa tarihi anlayışından neden nefret ediyorlar?

Yalnızca bugün Türkiye’deki bilgi ve iktidar rejimleri bağlamında değil, genel olarak dini otoriteler doğa tarihinden nefret ederler. Çünkü doğa tarihi anlayışı, varoluşu akılcılık bağlamında ele aldı ve ortaya sürdüğü teorilerin tamamı dine aykırıydı. Bu açıdan daima çatışmalı alanlar olduklarını akılda tutmak gerekir. Fakat gerçek çatışma buralarda olmadı, ki zaten buralarda tartışmaya yol açacak bir bilimsel zeminin olup olmadığı bile muğlak. Gerçek çatışma kilise ile doğa tarihçileri arasında Avrupa’da cereyan etti.

Peki bu tartışmadan kim galip çıktı?

Herkes kendi baktığı yerden yorumlar ama bana soracak olursan doğa tarihçilerini de kucaklayan Aydınlanma Çağı galip çıktı. Kilise çok sıkıştırdı, çok zorladı, çok oto-sansür vakası var, keşfini tamamladığı halde yıllarca tezini savunamayan bilim insanları var, tüm bunların sonunda Avrupa bugünkü Avrupa. Doğa tarihi müzelerini kaç kişi ziyaret ediyor, kiliseyi kaç kişi ziyaret ediyor? Ona bakmak lazım.

Tek tanrılı dinlerin doğa ve insan arasındaki ilişkiyi çok keskin çizgilerle biçimlendirmesi de burada bir etken sanırım?

Zaten bütün sorun tek tanrılı dinler. Diğer dinlerde ya da tek tanrılı dinler öncesi dinlerde böyle bir sıkıntı yok. Doğadan kopuş tek tanrılı dinlerle başladı. Şaman kendini doğanın bir parçası ve temsilcisi olarak hisseder fakat Hristiyan ya da Müslüman doğayı kendine sunulmuş bir nimetler dizisi olarak algılar. Restorana girdiğinde önüne koyulan bir menü gibi algılar doğayı. Doğayla ilişkisi menüsüyle ilişkisi kadar yüzeyseldir esasen. Çünkü tek tanrılı öğretide insan doğaya karşı üstün özellikleriyle tanımlanır. Yani doğanın eşdeğer bir bileşeni olmaktan çıkıp, ona hükmeden pozisyonuna geçmiştir artık. Tabi bu ruh halinden insanı geri çevirmek kolay değil.

Doğa tarihi müzeleri içerisinde bu tartışmayı izleyebileceğimiz bölümler var mı?

Adı konmamakla birlikte ‘din ve doğa tarihi’ özellikle bu konuda daha fazla efor sarf eden Avrupa’daki doğa tarihi müzelerinde sık karşılaşabileceğiniz bir başlık. Müzelerin özellikle evrim ve primatlarla ilgili olan salonlarına girdiğinizde, mutlaka konunun farklı belgelerle de açıklanmaya çalışıldığını görüyorsunuz ve anlıyorsunuz ki, verilmiş bir mücadele var.

Fakat konu din ve doğa tarihi tartışması olduğunda benim favorim New York Doğa Tarihi Müzesi’ndeki Willamette meteorudur. 1902 yılında Oregon Eyaleti sınırları içindeki Willamette Vadisinde, Oregon Demir ve Çelik Şirketi çalışanlarınca keşfediliyor. Keşfedildiği noktada krater benzeri bir düşme izine rastlanmayan 15 ton ağırlığındaki meteorun nehir suları ve insanlar aracılığıyla o noktaya taşındığı tahmin edilmekte. Çok heybetli bir taş, sanırım dünya üzerindeki en güzel meteor olabilir… En azından ben bugüne kadar daha etkileyici bir örnek görmedim. Birkaç kez el değiştirip fuarlarda sergilendikten sonra New York Doğa Tarihi Müzesi’ne bağışlanıyor. Ancak bu esnada bir gerçek ortaya çıkıyor ki; bu taş aynı zamanda bölgede yaşayan Clackamas Kabilesi’nin tanrısı. Kabilenin yüzlerce yıllık dini ritüelleri içerisinde Willamette meteorunun büyük önemi var. 1990’lı yıllarda kabile New York Doğa Tarihi Müzesi’ne tanrılarını iade etmesi için dava açıyor. Dava sonucu müze, koleksiyonun yasal sahibi olduğu için taşı iade edemiyor ancak kabileyle sonsuza dek sürecek olan ilginç bir uzlaşmaya varıyorlar. Senede bir kez kabile üyeleri uçakla New York’a getiriliyor. O özel günlerde müzenin giriş çıkışları kamuya kapanıyor ve müzedeki taşın etrafında diledikleri gibi dini ayinlerini gerçekleştirdikten sonra Oregon’a geri gönderiliyorlar. Böyle bir şey doğa tarihi, sizin o tarihin neresinde konumlandığınızla ilgili.

Türklerin doğa ile ilişkisinde de Şaman geleneklerin gelen olağanüstü bir kültürel mirasları var ama bugün bunu ne derece yorumlayabiliyoruz emin değilim.

Türklerin göçebe ve Şaman kökenlerinden dolayı doğa ilişkileri çok derin, fakat bu ilişkinin nereye evirildiğini iyi yorumlamak gerekiyor. Çünkü Türkler uzun süredir bir Arap kabilesine dönüştürülmek isteniyor. Konya’ya gidin mesela, oradaki gündelik yaşamın Bağdat ya da Şam’da süregiden yaşamla hiç farkı yoktur, ortalama bir Arap kent hayatıdır ve Türklüğe dair bir göstergeyle karşılamazsanız… Ne bir müzik, ne bir yemek, ne bir renk, ne bir koku, yoktur Konya’da, her şey silinmiştir. Buna karşın Ege’de bir Tahtacı Köyü’ne giderseniz ve biraz şansınız varsa orada Şamanı görürsünüz, eğer Alevi Köylerini ziyaret ederseniz eski Türk geleneklerine dair sayısız izle karşılaşırsınız, adakları izlersiniz, Yörükler de böyledir, şifacıları vardır örneğin… Bunlar son temsilciler, fakat ideal Sünni Arap yaşantısı ithal edilirken aşağılandılar ve asimile olmaya zorlandılar.

Peki doğa tarihi anlayışının kendisi, insanın doğa karşı olan üstünlüğünün bir sonucu değil mi?

Çok doğru, tam olarak bunun sonucu. Fakat bu sorgulanan bir üstünlük. Yani o pozisyonu kutsamaktan ziyade, o pozisyonu sorgulamak da var işin içinde… Topyekun bir iddia yok, anlamaya çalışmakla başlıyor. İçinde hata yok mu? Çok fazla hata var, gözleme dayalı bir bilim nihayetinde ve görmek sübjektif bir eylem, deneme yanılma payı çok yüksek. Sadece insanın doğaya karşı değil, insanın insanı tanımlama sürecinde girişilen ciddi handikaplar var… İnsan bahçeleri var örneğin, kayıtlara geçen kamuya açık son insan bahçesi, 1958 yılında Brüksel Dünya Fuarı’nda sergilenen Kongo Köyü. Düşün 1958’e kadar, ki bu çok yakın bir tarih, Brükselliler kalkıp Kongo yerlisi görmek için insan bahçesine gidiyor, bugün Brüksel’in dörtte biri Afrika kökenli. Avrupalılar da bu noktaya çok hızlı geldiler, onlar açısından da tartışma sürüyor.

İnsan bahçeleri, aynen bir hayvanat bahçesi düzeninde bildiğim kadarıyla…

Hayvanat bahçelerindeki düzeneklere çok benzer, farklı coğrafya ve kültürlerden insanların doğal yaşam alanları gibi tasarlanan kafeslerde sergilendiği insan bahçelerinde, bazen büyük maymunlar ve insanlar arasında çeşitli sıralamalar yapılarak, kategorik bir sürekliliğe işaret edildiğini biliyoruz. Yakın tarihte Batı dünyasının en ırkçı uygulamalarından biri olarak yeniden gündeme taşınan ve yoğun eleştiriye maruz kalan bu organizasyonlar, doğa tarihi ve kültürel tarih arasında inşa edilen ‘ulusal kimliğin’ keskinleşmesinde azımsanmayacak bir öneme sahip.

Orta Çağ’dan bahsetmiyorum, insan bahçeleri 20. yüzyıl boyunca Avrupa ve Amerika’nın neredeyse tüm büyük kentlerinde milyonlarca ziyaretçi çekti. Farklı kültürlerden tutsak edilmiş insanların sözde ‘doğal’ ya da ‘ilkel’ halleriyle sergilenmelerini ifade ediyordu. Avrupa ve Amerikalıların, Batı medeniyetine mensup olmayan halklarla aralarındaki kültürel uçurum vurgulanırken, ‘modern bireyin’ tanımlanmasında büyük rol oynadılar. 1931 Paris Dünya Fuarı’nda kurulan ‘Zenci Köylerini’ ilk altı ay içerisinde 34 milyon kişi ziyaret ediyor, bu o tarihlerde hiçbir sanat sergisinin kıramayacağı bir rekor. İlkel insanın neye benzediğine tanıklık etmeden, moderni tarif etmenin yolu yoktu.

Modernizmin daima ‘kendi ötekilerini’ yaratma arzusunu anlıyorum ama bu boyutu düpedüz ırkçılık, nasıl bir bilimsel nedenselliğe dayanıyor olabilir ki?

Diderot ve D’Alembert’in ansiklopediler aracılığıyla yapmaya çalıştığı dünyayı sınıflandırma uğrası, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren sömürgeciliğin hız kazanmasıyla sınırlarını insanları sınıflandırma çabasıyla genişletti. İnsanlar, bu ‘bilimsel uğraş’ içerisinde insandan ziyade nesne/hayvan/insan arası bir kategoride temsil edildiler. Bu bağlamda gelişen çabayı bugün salt ırkçılık olarak okumak mümkün ama o günün koşullarında asıl problem merak.

Burada en büyük etken kolonyalizm, yeni kıtalar keşfediliyor ve artık birilerinin çıkıp Avrupalıların meraklarını gidermesi gerekiyordu. Çünkü ortada sayısız asparagas dolaşıyor, cinler, devler, kara büyüler, canavarlar, hibritler… Her tekneye binip altı ay ortadan kaybolan yeni bir kıta daha keşfettim diye dönüyordu Avrupa’ya. Artık bunun bir sağlamasını yapmak gerekiyordu. Avrupalılar kanıt istediler, günümüzdeki seyahat olanakları yok. Tüm bu süreci aynı zamanda keşiflerden taşınan ganimetlerin bir parçası olarak okumak mümkün.

Örneğin Columbus, 1493 tarihinde yeni dünyada keşfettiği ve yanında getirdiği Amerikan yerlilerini İspanyol Mahkemesine ‘keşif kanıtı’ olarak sunmuştu. Çünkü eğer bunu yapmazsa Kıta Avrupası’ndakilerin ona inanmayacaklarını biliyordu. Avrupa’da tüm anatomik inceliklerin temsiline dayanan bir taxidermy kültürü bu süreçte gelişti. Keşfedilen her hayvanı canlı yakalayıp Avrupa’ya taşımak, velev ki getirmeyi başardılar, onu Avrupa ikliminde yaşatmayı başarıp insanlara göstermek o sırada mümkün değildi. Doğal olarak öldürüyor ve içini dolduruyorlardı. Bunun av geleneğindeki trofe’den bir farkı var, bilimsel nedenlerle yapıyorlardı. Bugünden bakarak ‘neden insan sergilediler’ denebilir, ama o günkü soru bu değildi. Kitapta insan bahçeleri başlığı altında ayrıntılı bir döküm yer alıyor. Mümkün olan çerçevede eleştiriyorum, ama bunu yaparken anlamaya da çalışıyorum.

İkinci Dünya Savaşı yıllarında özellikle Nazilerin, doğa bilimleri ile nasyonalizm arasında derin bir köprü kurmaya çalıştıklarını izliyoruz.

Din ile doğa bilimleri arasındaki çatışmaya karşın, nasyonalizm ve doğa bilimleri arasında olağanüstü bir ten uyumu var, ne yazık ki… Nazi antropolojisi gibi radikal örneklere gerek yok, en yüzeysel nasyonalizm fikri dahi doğa bilimleri teorilerine dayanır. Modern bir olgu olarak milliyetçilik, doğa bilimlerinden fazlasıyla beslendi ve referanslarını büyük oranda bu anlayıştan devraldı. Bunun için doğa bilimciler bir şey yapabilirler mi? Yapamazlar, çünkü siz taşın, toprağın, minerallerin, bitkilerin ve hayvanların çeşitliliğini belli sınıflandırmalar altında tespit edip yeni kategoriler yaratmaya başladığınız andan itibaren, ister istemez konu insanlar arasındaki çeşitliliğe dayanıyor. Birileri de çıkıp bu kuramı kendi politik iddiası bağlamında üretmeye çalışıyor. Nasyonalistler doğa tarihi tezlerini marjinalize ederek, bir anlamda kendilerine bilimsel bir zemin yakalamış oldular.

Paris Doğa Tarihi Müzesi’nin bahçesinde Fransa’nın orta kesimlerinden getirilmiş bir kaya durur, son derece sıradan çirkin bir kaya… Parkta görsen dönüp bakmazsın. Bu kaya parçasını benim açımdan özel kılan ise, altında durmakta olan eski tabeladır. Fransızca olarak aynen şöyle yazar; “bu kaya Fransız jeoçeşitliliğinin olağanüstü bir kopyasıdır (ve büyük harflerle) SAYGI DUYUN!” Yani diyor ki, haddiniz bilin, çünkü o kaya bir Fransız! Yerli malı yurdun malı meselesi aslında, Arap petrolü gibi, Rus doğalgazı gibi ya da Amasya elması gibi… Onlar artık doğanın bağımsız birer bileşeni değil, mensup olduğu toplumu ya da coğrafyayı temsil etme sorumluluğu edinmiş sembollerdir. Doğa tarihinin bu aşamasında nasyonalizmden kaçış yok. Hem sergide hem de kitapta eleştirinin ana arterleri bu güzergahta ilerliyor.

Buradan İstanbul Doğa tarihi Müzesi’ne dönersek, bir kez daha arşivlerle çalıştın fakat yine farklı bir yöntem izledin… Bu kez bizi ne bekliyor?

Dört belgeyi yan yana koyup sergilemeyi arşiv çalışması saymak gibi bir yanılgı var. Hayır, arşive dair sorumluluk arşivi yorumlamaya başladığın noktada ortaya çıkar. Yoksa arşiv zaten durduğu yerde arşiv, sana ne gerek? Bazı durumlarda her şeyi olduğu gibi göstermek de gerekebilir, bazen ise asla. Benim buradaki misyonum belge göstermek değil. Bunun öncelikli nedeni orijinal belgenin zaten arşiv olarak tanımlanmış ve koruma altına alınmış olması. Müzeden geriye kalan tek kanıt niteliğindeki kurumsal yazışmaların tamamı Osmanlı Arşivleri Daire Başkanlığı bünyesinde korunuyor. Röprodüksiyonları göstermek mümkün mü? Mümkün, ancak onu kitaba sakladım. Sergide belgelerden kaçınmamın bir diğer nedeni de tüm kurumsal yazışmaların Osmanlıca ve Fransızca olması. Yani belgelerin görsellerini paylaşsam bile, alt yazı geçmek zorundayım. Mekana bu kadar enformasyon sokamam. Bu kez daha farklı bir yol izledim ve kurumsal yazışmalara dayanarak, oradaki hikayeleri baştan kurguladım. Arşivsel veri, yeni işlerin üretimine zemin hazırladı. İzleyici önce bunlarla karşılaşacak, en son aşamada tüm bu işlerin referansları ortaya çıkacak. Daha önce arşivden plastiğe gitmiştim. Bu kez plastikten arşive gidiyorum.

Eldeki veriler müzeye duyulan ilgi konusunda fikir veriyor mu?

Kurum içi ve diğer kurumlarla olan yazışmalardan bunu anlamak güç. Fakat kurum ve kamu arasındaki mektuplaşmalar, ki benim en çok ilgimi çekenler bunlar, müzeye olağanüstü bir ilgi olduğunu kanıtlıyor. Osmanlı sınırları içerisindeki onlarca vilayetle süregiden yazışmalar var. Mesela Kayseri’de annesinden doğar doğmaz ölen çift başlı bir bebek var. Müzeye transfer etmeye çalışıyorlar, ispirto içerisinde bedenini bozmadan koruma mücadelesi veriyorlar. Kıbrıs Lefkoşa’da yedi bacaklı bir keçi dünyaya geliyor. Tipik bir anomali, doğduğu anda ölüyor. Böyle bir keçinin dünyaya geldiğine dair müzeyi bilgilendiriyorlar ve İstanbul’a nakledilmesi için çalışılıyor. Bu gibi örnekler çok etkileyici, diğer yanda Sarıyer sahillerinde yürütülen mineral çalışmaları var, önceki örneklere oranla daha az heyecan verici fakat ne gibi çalışmalar yürütüldüğünü bilmek açısından önemli. Fosiller ve benzeri doğal buluntular üzerinde süregiden çalışmalar var ve çoğu kamu desteği ve ilgisiyle yürütülüyor.

Peki müzenin ziyaretçi sayısıyla ilgili bir istatistik var mı incelediğin bu yazışmalarda? Kaç kişi girip çıkmıştır? Çünkü bu ciddi bir kesimin belleğine işaret ediyor…

Müzenin kapısına gizli kamera yerleştirip gireni çıkanı saymak bugüne dair bir incelik (gülüyor). O günlerde hiç öyle bir kaygıları olduğunu sanmıyorum. Fakat o sırada İstanbul’un nüfusu kaç kişi, bu kesim aynı zamanda nasıl bir entelektüel atmosferi paylaşıyor, Batılılaşma süreci zaten bu gibi konuları teşvik ediyor… Yani boş kaldığına da inanmıyorum, bütün İstanbul ahalisinin fikri ve bilgisi olan bir yer. Ancak tarih çok eski olduğu için, müze hakkında konuşabilecek birilerine ulaşmak imkansız, 1950’lerde bile çok zor olmalı… Kişisel günlüklerden ve gözlem yazılarından incelemek gerekir ki, bu da farklı bir çalışma demek.

Hiç görsel kaynak var mı?

Var ama henüz ‘işte bu’ diyebileceğim bir imajla karşılaşmadım. Fakat bu görsel eksikliği, beni daha fazla hayal etmeye ve kurgulamaya itti. Belki de çok fazla görsel kaynak olsaydı, işi bu kadar sahiplenemeyecektim. Sonuçta üç aşağı beş yukarı o yıllarda kurulan bir doğa tarihi müzesinin neye benzeyeceğini biliyoruz, ne mutlu ki bina hala ayakta, girip gezme şansı var, müzede yer alan bütün koleksiyonun listesi elimizde, madde madde bütün parçaların nereden toplandığına kadar her şeye hakimiz, ama tüm bu detayları tek bir karede birleştirmek araştırmacının hayal gücüne kalıyor. Yani aslanlar nerede sergileniyordu, balıklar neredeydi, kuşlar hangi bölümdeydi diye sorarsan bilemem. Bu açıdan müzenin kendisi başlı başına bir metafor zaten.

Cumhuriyet Devrimi neden böyle bir konuya kayıtsız kalıyor? Hem sekülerizm hem de yeni ulus inşası açısından yaklaştığımızda, Cumhuriyet ideologlarından doğa tarihi müzesi gibi bir kurumu kucaklamaları beklenmez miydi?

Kesinlikle Cumhuriyet Devrimi’nden bu alanda bir şeyler yapması beklenirdi ama yapmıyorlar. Olumlu olumsuz bir söylemle de karşılamıyoruz; “şu gibi nedenlerle bir doğa tarihi müzesi kurmayacağız…” türevi bir açıklama da yok. Burada iş biraz akıl yürütmeye kalıyor.

Doğa tarihinin en büyük dezavantajı kolonyalizm ile ilişkilendirilmesi ve haliyle bu tartışma biraz Fransızların başına kaldı. Cumhuriyet teorisyenlerinin Osmanlı ve Fransız alerjisi malum. Bir ihtimal bu çok ‘Fransız’ bir iş dediler. Çünkü Cumhuriyet Devrimiyle birlikte Osmanlı Batılılaşmasına tezat bir anlayış benimsediler. İkisi de modernizm, ikisi de batılılaşma, ikisi de seküler ama kesinlikle aynı referansları ve güzergahları kullanmıyorlar. Böyle çok katmanlı moderniteler içerisinde, muhakkak bir önceki modernite anlayışına muhalif olma duygusu yatar. Osmanlı aydınları ne dediyse Cumhuriyet entelektüelleri tam tersini yaptılar ve onlar da bunun adına modernizm dediler. Alman ve Rus ekolü bir modernizm anlayışını benimseyip Fransız modelinden imtina ettiler, unutturmak istediler belki… O aradaki birikim de tamamen reddedildi haliyle.

Doğa tarihi anlayışının Osmanlıya taşınmasında Batılılaşma süreci esastır. Cumhuriyet teorisyenleri ise Osmanlı’nın en büyük hatasını Batılılaşma süreci olarak okurlar. Toplumu kendi Batılılaşma modellerine ikna etmenin başka yolu yoktu çünkü. Tıpkı mimaride neo-klasik denemelerin inkar edilmesi gibi… Üstelik Osmanlı bir kolonyal devletti. Bundan bahsedilmez ama ne işi vardı Mısır’da, Libya’da, Cezayir’de, sorsanız yanıtlanmaz. Nitekim bir doğa tarihi müzesi de vardı ve bu dönemin toplamına kuşkuyla yaklaşılır.

Diğer yandan buna ayıracak bütçemiz yok, taşla toprakla uğraşamayız demeleri de muhtemel. Fakat milliyetçilikle flört eden bir ekol doğa tarihi. Ben milliyetçi bir Cumhuriyetten beklerdim ki taşları toprakları dizsin ve işte Türk taşı toprağı desin. Dağlara taşlara Türk yazarken bunu atlamazlardı. Belki de sadece karambole geldi, art niyet yoktu… Ama bir daha devlet bünyesinde bu alanda bir kurumsallaşma gerçekleşmedi.

Birkaç akademik teşvikli doğa, tabiat müzesi girişimi var aslında.

Özel teşvikler oldu yakın dönemde, özel koleksiyonlar derlendi. Ege uğraşıyor; İTÜ bir şeyler yapmak istedi son durumunu bilmiyoruz. Ankara’da bir tabiat müzesi olgunlaşmak üzereyken, AKP iktidarıyla birlikte önce müzeden primat koleksiyonu kaldırıldı, sonra da müze tamamen kamuya kapandı diye biliyorum. Fakat bu örneklerin hiçbiri tam teşekküllü bir doğa tarihi müzesine eşdeğer değil, naif çabalar. Her zaman ideolojik bir tartışma süregider doğa tarihinde. Doğa tarihi bir bakıma insanın kendini anlama uğraşı olduğu için, doğa dışında her şey bu çatıda tartışılabilir. Absürt ama bu doğanın pür bağımsız tarihi değil, modern insanın doğayla olan hikayesinin tarihidir. Yoksa bir kutup ayısına sorsanız muhtemelen size doğa tarihini çok farklı kurgulayacaktır.

İnsanın doğayla ilişkisi şu an nasıl peki?

Fırat nehrinde yeni sazan türleri keşfedildi: “alburnoides recepi”, “alburnoides emineae” şeklinde adlandırılan… Fakat bu hep böyleydi, yüzyıl başında keşfedilen canlılara da daha orijinal isimler verilmiyordu. Kim iktidardaysa onların isimleri aileleri, yakınları… Bir yanda sazan balıkları var, diğer yanda nasyonalizm tartışması sönmemecesine devam ediyor. Geçtiğimiz sene Türkiye’de 64 yıl aradan sonra bir Anadolu Leoparı görüldü ve Diyarbakır’da vuruldu. Burada asıl heyecan yaratan Anadolu Leoparı gibi bir canlının izine tekrar rastlamaktan ziyade, bu canlının Diyarbakır gibi sicili kabarık bir kentte, bir Kürt tarafından öldürülmesiydi. Sergide yer alan ‘Kürt ve Leopar’ isimli tablo bu ‘tarihi rastlantıya’ referans veriyor. Malum fotoğrafın yayınlanmasının ardından sosyal medyada kıyamet koptu. Tartışılan şey Anadolu Leoparı değil, onu vuran kişinin kimliği ve bu olayın Kürtlerin ne kadar cani ve cahil olabileceğini kanıtlamış olması. Son dönemde ırk ve tür, kimlik ve tür arasında kamuya yansımış ilginç muhasebelerden biridir… Kendilerine bir leopar saldırsa muhtemelen üzerine tüm şarjörü boşaltacak arkadaşlar, bir anda radikal ekolojistlere dönüşüverdi. Av ve avcının pozisyonu da çok ironik, biri kimlik mücadelesi veriyor, diğeri soy mücadelesi veriyor. Türkiye’nin geri kalanı ise oturduğu yerden olayı yorumluyor. Günümüzde insanın doğayla ilişki tam olarak bu.

Ekolojist milliyetçilerin bu tartışmaları bu noktaya indirgemelerinin bir sebebi de, daha önce hiç şahit olmadıkları bir doğa tarihi tartışması ve geleneği değil mi?

Elbette, bu sergi bunu tartışmaya açar umarım. Çünkü serginin temel sorularından biri de, bugün Türkiye’de bir doğa tarihi müzesi olsa malum siyasi atmosfer içerisinde neye benzerdi? İçinde ismi Recebi ve Emineae olan sazan alt türleri mutlaka sergilenir, Kürdün vurduğu leopar da baş köşeye koyulurdu muhtemelen… Yorumlanmaya çok açık ve bol örneklemli bir mesele. Fakat bu noktada sıkışmış milliyetçilik tartışmasına düşmek de anlamsız. Cumhuriyet yoktan var etti ve elbette bunun bedelleri olacaktı. Cumhuriyet’e burun kıvıranların günümüzde ne önerdikleri de tartışılmalı. Daha geniş bir perspektife bu tartışmanın ana arterleri doğadan geçiyor. Çünkü aynı tartışma Avrupalılara kim olduklarını öğretti ve onları bir dizi teorik ve bilimsel sınırı çizmeye zorladı. Türklerin, doğadan gelmelerine rağmen böyle bir eleştirel zeminleri yok. Doğayla aralarındaki ilişkiyi adlandıramamış bir toplum.

Peki, bu müze bugüne taşınabilse Türk insanının doğayla ilişkisi daha sağlıklı olur muydu? Metaforik müze önermesi aynı zamanda bize bunu mu anlatıyor?

En azından ortalama insan kendi kendine şöyle sorabilirdi; ‘peki felsefe ve bilim bana doğayla ilgili ne öneriyor?’ Avrupa’nın kat ettiği büyük tartışmalar Türkiye’de gerçekleşmedi. Hep tekrarlarım, post-modern olabilmek için ucundan da olsa modern olmak gerekiyor değil mi? Sen moderniteyi içselleştirmeden, yaşamadan, kıyaslamadan, ben post-modernim yalanına kendini bile inandıramazsın. Alt kültür post-modernizm değildir çünkü. Sanatta da böyle bir şey var; modern sanata hakim olmadan, onu içselleştirmeden eleştirisini vermek gibi. Doğa tarihi de böyle. Zemini bilmedikleri için Adnan Oktar gibi bir adam çıkıp Anti-Darwinist oluyor. Ama sen evrimle ilgili akademik olarak ne tartıştın, hangi tezleri ortaya koydun da, neye karşı çıkıyorsun? Yoksa doğaya şefkatle yaklaşan bir toplum var özünde, toprakla uğraşır, iki karış bahçesi olsa bir tavuk alır koyar içine, eker biçer, ama artık bunu sokaktaki adama anlatmak ne kadar güç değil mi?

Doğaya ilişkin tartışmalar en genel düzeyde kentsel dönüşüm ve devletin çevre politikaları düzeyinde tartışılıyor, doğadan anladığımız bir itiş kakış, haklı haksız meselesi, bir siyaset alanı yalnızca.

İnsanın doğaya karşı mesafesi ve bu mesafeyi hangi açılardan kurması gerektiği sorgulanmıyor. Evet, Avrupalılar insanları kafeslere tıkıp sergilediler, daha tonla hataları oldu ama tüm bu hatalardan bir şeyler de öğrendiler. Burada doğaya karşı dersini çalışmamış bir toplum var ki, bugün nükleer santral konuşabiliyoruz. Dünyanın hiçbir yerinde bu rahatlık ve konforla bir devlet başkanı nükleer santralden bahsedemez ama adam çıkıp Mersin Akkuyu falan diyor. Bu yüzden buradaki ekolojistlerin de propagandanın yanında aslen doğanın ne olduğunu, insanın doğayla ilişkisini nereden kurması lazım’ı tartışmaları gerekli. Bilmem nereye bilmem ne olmasın, zaten olmasın! Ama biz nereden geldik de buralara dayandık?

Sürpriz bir şekilde karşına çıkan, kaybolan bir şeyden metaforik bir anlatım örmen, arşivden plastiğe doğru bir yolculuğa çıkman çok ilgi çekici. Bu anlayışla ilgili kafanda başka taslaklar, kaybolan ve merakını cezbeden başka projeler var mı aklına not ettiğin?

Stüdyo Osep’te, Foto Galatasaray’da ya da Mimarlar Mezarlığı’nda birbirinden tamamen farklı metotlar kullanarak bunu yaptım. Gelecekte de bundan farklı olmayacak. Kayıp bir yerde yaşıyoruz, ‘neden benim başıma kalıyor’ bu işler derim hep. Ben de illüstratif detaylara odaklanıp, soyuta koşan işler yapmayı çok isterdim. Ama bizim Türkiye’deki konumumuz pek buna elverişli değil. Kültürel şizofreniden bize miras kalan koca bir enkaz. Hala o enkazla boğuşuyoruz aslında… Nereye baksak, ne kadar büyük bir parçamızı yitirdiğimiz hissiyle karşı karşıya kalıyoruz. Her yerimiz biraz kayıp, bedenle, doğayla, mimariyle, dille olan ilişkimiz… Kendine 600 yıl ‘imparatorluk’ dedikten sonra mimariye dair birikimin nedir diye sormazlar mı? TOKİ bloklarını mı göstereceksin? Temsille ilişkimiz kayıp. Stüdyo fotoğrafı o yüzden çok önemliydi benim için. Resimle aynı ilişkiyi kuramazdım, orada temsil edilen seçkinlerin portrelerinden bir yere kadar okuyabilirdim gündelik yaşamı. Sokaktaki adam temsille ilişkisini nereden kurdu, bu ilişki ne boyuttaydı? Bu sorular hep devam edecek.

Bu sorulara cevap buluyor musun?

Ben sorulara mutlak yanıtlar bulmuş olmuyorum, ben olasılıkları tartışıyorum, güzergahları keşfediyorum, metotları araştırıyorum. Sergilerin her biri için farklı bir yol izliyorum. Orada kendi iradem de var. Bugün tarih ne demek Türkiye’de? Tarih Türkiye’de lineer değil çünkü. İyi gittiği noktada 50 yıl öncesine dönüyor, sonra 100 yıl önceki tartışmanın içine düşmüş halde buluveriyorsun kendini. 2015 yılında hilafet tartışıyoruz. 13 senedir Onur Yürüyüşü gerçekleşiyor mesela. Sonra bir anda sanki hiç Onur Yürüyüşü yapılmamış gibi devlet saldırısına maruz kalıyorsun. E ben bu riski geride bırakmıştım, çoktan o tartışmayı bitirmiştim değil mi… Peki şimdi ben nereye dönmeliyim? Şoke oluyor tabi insan. Zira kürtaj böyle, kadın hakları böyle, azınlık hakları böyle. Bir hakkı edindin her şey artık öyle devam edecek gibi bir konforun yok bu ülkede, hayat boyu uğraşmak zorundasın.

Bu, mekanizmanın tarih düşürmesiyle alakalı değil mi?

Çünkü psikolojik savaş henüz bitmedi. Paradoks buradan besleniyor. Tarihin içinden ganimetleri göstermek gerekiyor. Bir noktada bunu yapıyorum, ganimetleri ayıklıyorum. Daima pozitif temsilin gücüne inandım. Hiçbir sergimi, sırf bir şeyleri eleştirmek adına yapmadım. Zaten bunun için sanat yapmam, gerekirse yazarım, çok kafam bozulmuşsa daha sert yazarım ama pratiğimi bu tartışmanın içine çekmem. Orada başka bir korunaklı alan var, sanata karşı hoyratlaşmamak gerekiyor. Gündelik meselelerle sanatı çarçur etmek gibi görüyorum bazı çabaları, ki sanatın tartışması çok farklı bir aksta devam ediyor. Türkiye’de kurcalanması gereken yer orası. Bir de saygı duymadığım hikayenin sanatını yapamıyorum ya da ona sanat diyemiyorum. Bu da tamamen kişisel bir tercih.

Bu sergide bundan 140 yıl öncesine dönüp de oraya projeksiyon tutmanı sağlayan da bu tutumun mu?

Üzerine çalıştığım konularda mutlaka bende hayranlık uyandıran bir detay olmalı. O zaman o konuyla yıllarca uğraşıp ilgili her şeyi toparlayıp, devşirip, bozup tekrar onu ortaya koymanın ve tartışmaya açmanın yollarını aramaya başlıyorum… Başka bir motivasyonla bu gibi ağır işlerin altına girmem mümkün değil. Ermeni meselesinde de bu böyledir, ben çok pozitif bir temsil yöntemi benimsedim ve çok bozuldu bana diasporadaki bazı izleyiciler. Süreci senin işlerinden okursak her şey harikulade görünüyor dediler. Onlara parçalanmış bedenler göstermedim çünkü. Objektife doğru gülümseyen şık ve zarif insanları gösterdim. Tüm dünyanın gözü önünde cereyan etmiş öylesine vahim bir sürece işaret ederken hangi imgeleri kullanmamı bekliyorlardı ki? Düz mantık ajitasyon beni ilgilendirmiyor sanat yaparken. Ben bunun için yazı yazarım ‘kahretsin!’ derim, ama onun sanatını yapmam. Çünkü sanat, içimizdeki cenaze marşını farklı notalara dökebilme imkanı sunduğu için sanat.

Sanat senin için katharsis değil o halde.

Değil. Katharsis varoluşsal olarak benliğimizde, potansiyeli hayatın içinde. Sanat elbette katharsisten de beslenir, ama tüm ifade biçimlerini katharsise indirgemek bugünün olasılıklarını inkar etmek gibi geliyor. Bugünkü hesaplaşma daha farklı olmalı, en azından eğer sinema yapmıyorsanız ya da edebiyatta olduğu gibi bir okuyucu hedefiniz yoksa, farklı göstergeler kullanmak mümkün. Benim arşivlerle yaptığım şey hayatı tozpembe ifade etmekle ilgili değil… Elbette kaybedileni temsil etmekle ilgili. Fakat onları en idealize edilmiş anlarında yakalamayı önemsiyorum. Mimarları zirve dönemlerinden ayıklayarak, fotoğraflardan masalsı seçkiler sunarak ‘işte bugün olmayan şey bu’ demek benim için yıkıntı binaları ya da ölmüş bedenleri göstermekten daha gerekli. Bir şeylerin yolunda olduğuna ve yoluna girebileceğine olan inancımla ilgili. İçinde umut barındırmayan, salt kötücül bir yaklaşımdan ibaret değil sanat ve umudu var etmenin yolları var.

Sanat dünyasında insanlar böyle düşünmüyor sanırım.

90’lardaki arabesk akımı Türkiye güncel sanatına had safhada yansımıştır. Metaforik olarak değil, fikren ve ruhen arabeskten bahsediyorum. Buradaki sanat ortamı psikolojik olarak yenik. Sorunlarını samimiyetle paylaşmayan insanlar, isim vermeden konuşanlar… Korkuyorum öyle insanlardan. Bu kadar çok sorunun ve problemin var da neden hiçbirinin muhatabını bilmiyoruz? Benim bütün sorunlarım/sorularım kamuya açıktır mesela. İnsanın düşmanı ve dostları biraz belli olmalı. Her şey çok umutsuz, hiç çıkış yok, peki kendin ne koydun ortaya? Sürekli bir yakınma hali, gökyüzüne bakarak şikayet etme hali. Şikayet edilen kaygan zemini kişilerin kendileri yaratıyor.

Bu, camianın tamamı için mi geçerli?

Tamamı değil elbette ama motivasyonu belirleyen ruh hali bu. Sanata katkı sunmak önemlidir. Ben bugün sağlıklı katkı sunarsam, benden 30 sene sonra gelen benim katkım üzerine kendi katkısını ekler, süreklilik böyle mümkün… Fakat sürekli bir kapkaç var, durum biraz kriminalleşti Türkiye’de. Küratöründen kurumuna, müzesinden sanatçısına ‘oradan ne kapabilirim’ var. Halbuki oraya bir katkı versen, bu hem senin ve hem de mecranın lehine olur. Londra’daki gibi 16. yüzyıldan beri piyasası olan bir yerde yaşarsın, belki o zaman ‘ne kapacağını’ düşünme lüksün olabilir. Ama sen bir üçüncü dünya ülkesi olduğunu unutma! Buranın bir sanat burjuvası falan da yok, zaten olan da kayıp.

Kaybettiğimiz burjuva neye dayanıyor?

Osmanlı burjuvazisi Türklerden ibaret değildi. İstanbul özelinde değil İzmir, Selanik, Halep ve Anadolu’da önemli aileler var, onların bir kısmı kaysaydı, belki daha farklı sorumluluklar üstlenenler çıkabilirdi aralarında. Cumhuriyet imalatı burjuva, birkaç aile hariç zaten malum psikolojik koşulları paylaşıyorlar. Onların üzerine gitmeyi de çok anlamlı bulmuyorum, çünkü moral bozukluklarını tüm samimiyetimle paylaşıyorum. AKP sonrası ortaya çıktığı söylenenleri zaten tanımıyorum, kim olduklarını bile bilmiyorum. Fakat konu salt ekonomik değil, çok büyük yatırımlar yapılsa bile ben Türkiye’deki ruh halinin değişeceğine inanmıyorum. Aktörler problemli, entelektüel kaygılarla kişisel çıkarlar tamamen birbirine karışmış durumda. Yine de birçok alanda katkı sunabilirsiniz ve bunun için çok büyük fonlar beklemenize gerek yok. Ben stüdyo arşivlerini açtığımda olmayacak şeylerle itham edildim, halbuki arka planda kimin kimi sırtında taşıdığı bilinmez. Bugüne kadar bir tane kitabımdan para almadım, o para bana geleceğine bir vakfa gitsin, üç dört çocuk okuyorsa okusun, ama bunları mı çıkıp anlatayım? Bunları insanın kendisinin bilmesi yeter.

Bunun anlatılmasını bekliyor aynı zamanda o kitle. Çünkü bu tartışılacak ki suyunun suyu çıkarılacak, meze edilecek. Bunu bekleyen de o kitle değil mi?

Benimle şahsi olarak iletişimde olan herkes arka planda neler olup bittiğini iyi bilir, çok fazla sırrı olan biri değilim, ama bilmeyen böyle devam etsin. Çünkü art niyetli insanlara bir şey anlatmaya çalışmak dahi yersiz. Lisede ailemin uyuşturucu kullandığıma dair şüpheleri oluştu, çok sinirlendim. Sen öz evladına inanmıyorsun gidip şunun lafıyla… Bütün şüphelerini canlı tutmak için elimden geleni yaptım. Çünkü bana güvenmiyorlarsa, o zaman öyle bilmeleri daha iyi. Boğuşsun dursunlar o bilgiyle, bu da bir cezalandırma yöntemi. Oturup aksini mi kanıtlayacağım? İnsanları kendi iddialarıyla yüzleştirmenin çok yolu var. Türkiye’de biraz böyle davranmak gerekebiliyor. Hikayenin içindeki koşullar belli zaten, ama sen inatla koşulları okumadan konuşuyorsan kötücülsün demek ve kötücül insanlara bir şey anlatamazsın.

Peki, katkı sunmaktan yorulmuyor musun? Geçmiş röportajlarından birinde henüz otuzlu yaşlarımın başındayım ve gözlerimin altındaki çizgiler yorulduğumun kanıtı minvalinde bir yanıtın vardı.

Hayır, ama ben bu katkıyı İngiliz ya da Amerikan tarihine sunsaydım, kimse bana kraliyet nişanı takmazdı elbet ama en azından birileri çıkıp tüm samimiyetiyle teşekkür edebilirdi. Hiçbir karşılığını alamamak var burada. Daima bunu bilerek hareket etmek gerekiyor, diğer türlü çok yıpranırsın.

Peki, çalışmalarını yurt dışında devam ettirme fikri yok mu kafanda?

İlkin, yurt dışında benim uğraştığım işlerle devletler ve kurumlar uğraşır. Burada bu iş bizim başımızda, yoksa daha da yitecek, üzeri silinecek… İkincisi ben çok direndim burada kalmak için. Duygusal bağlar, buraya olan inancım, bir gün her şeyin güzel olacağına dair heyecanım. Fakat son beş altı senedir inancımı kaybettim ve beklentilerimi törpüledim. Sanırım burası daha da kötüye gidecek. Her günü, bunlar son iyi günlerimiz diye düşünerek geçiriyoruz. Artık tek kişilik sivil toplum örgütleriyiz, kendi hayatlarımızda yapabileceğimiz dönüşüm bu kadar. Ötesini beklemek hayal. Ben herhalde bunlar biraz toparlar ve yüzleşirler diye inanıyordum, ama görüyorum ki kendimi kandırmışım. Türkiye o zamanlar bazı şeyleri konuşmak ve yüzleşmek için iyi bir laboratuvardı, bugün değil. Beş sene önceki durumdan çok daha trajik bir noktadayız.

Yurtdışında benim yaptığım işi devletler ve kurumlar yapıyor dedin, burada öncelikli kurtarılabilecekler arasında neler görüyorsun?

İstanbul nispeten ayakta ve korunmuş bir şehir, ama Anadolu’da nereden başlanacak? Orası toz toprak, çalılar uçuyor, taş üzerinde taş bırakmadılar… Konu İstanbul’dan ibaret değil, tüm bir coğrafyasıyla ele almak gerekiyor. Üstelik Osmanlı son dönemde gerçek yatırımını buraya değil Balkanlar’a yaptı ve orası koptu. Selanik arşivleri, Sofya arşivleri, Makedonya arşivleri ne oldu? Bilmiyoruz. Şimdi oraya bakıp ‘bizim orada medresemiz var, camimiz vardı’ diyorlar. Hayır canım; senin orada sadece medresen değil; kolonyalizmin yarattığı kültürel bir misyonun, ticari bir tavrın, bilimsel bir anlayışın, akademide ve entelektüel alanlarda bir yerin, yazarların ve pazarların vardı. Medreseyi her yere kondurabilirsin ama kültürel dinamiği öyle kolay yakalayamazsın. Gerçek miras budur ve bu mirasın bugün ne olduğu büyük bir soru(n).

Bu ülkenin kendinden büyük diasporası var. Bugün hala Yunanistan’da, Paris’te, İsrail’de Türkçe konuşan insanlar var, aramızdaki bilgi akışı ne düzeyde? Peki Türkiye bundan sonra nasıl bir konsensüse varabilir kendi diasporasıyla? Bence acilen bir Diaspora Bakanlığı kurulmalı. Osmanlı’nın dağılma döneminde sürgün edilenleri ya da kaybedilen kentlerde kalan toplulukları bir kenara bırakalım, Cumhuriyet tarihi süresince de devam eden bir sorun bu.

Peki, ne yapmalı?

Devlet bu devletse bir şey yapmayacak, ne yapılacaksa bizler yapacağız. Fakat entelektüel, akademik ve bilimsel tezatlarla dolu bir yerdeyiz. Anadolu’da ardı ardına açılan o yeni üniversitelerde ne oluyor, bilmiyoruz. Sanatı nasıl analiz ediyorlar örneğin, felsefedeki anlayış nedir, oradan mezun olanlar yarın bize ne önerecekler, öngöremiyoruz. İstanbul İmparatorluğu dersen… ArtInternational’da Taner Ceylan’ın yeni resmi gösterilecekmiş, güzel, samimiyetle olağanüstü haber, ama yarın da onun kaça satıldığını konuşacağız, ve bitecek. Bilmiyorum nasıl çözülecek… Avrupa Birliği nostalji oldu, Büyük Ortadoğu Projesi ellerinde patladı, Arap Baharı desen kabus, son birkaç senede her şeyin sonunu gördük. Buradan başka bir devinimle çıkmak gerekiyor.

Tüm bu olumsuzluklara karşın sorumluluk duygusu hissediyor musun?

Elbette hissediyorum. Şu an tüm çabalar boşa kürek çekmek gibi görülebilir fakat bunun böyle olmadığını jenerasyonlar kanıtlayacak. Kültürü aktarma sorumluluğumuz var. Ben, içinde yaşadığım zaman dilimiyle yüzleşebilmek için bana intikal edeni aktarma peşindeyim, bugün kaybettiklerimizi ise sonraki jenerasyonlar belki bizlerden daha iyi görecek ve gösterecekler. Biri yapmıştı, biri de yapılanı bulmuştu, ama yapılanı bulanı bulmak da var. Bunu yapamadığın noktada güne yabancılaşıyorsun. Tüm olumsuzluklara rağmen, tarihten kaçmak doğru değil. Arada çok önemli referanslar var çünkü, günü analiz edebilmek için tarihin itibarını iade etmek gerekiyor. Türkiye gibi ülkelerde itibarın iadesi daima bir sorun olarak görülür. Nedenlerini iyi çözümlemek ve gelecek jenerasyonların yükünü hafifletmek gerekiyor. Benim ajandam bir dizi referansı daha konumlandırmaya çalışmakla yüklü. Hızla sonuç veren güzergahlardan ilerleyip, daha serin sularda da yüzülebilir, ama bu bir tercih meselesi.

* İstanbulArtNews / IAN.CHRONICLE
by Mısra Gökyıldız, September 2015, pp. 38-49

KESİNTİLİ TARİHLERİN ÜLKESİNDE SANAT

1982 doğumlu sanatçı, yazar ve araştırmacı Tayfun Serttaş, İstanbul ve Bodrum’da yaşamaktadır. İstanbul Üniversitesi Sosyal Antropoloji Bölümü’nde lisans eğitimini (2004) ve Yıldız Teknik Üniversitesi Sanat ve Tasarım Fakültesi’nde Yüksek Lisans eğitimini tamamlamıştır. AIF Residency Program, Arab Image Foundation, Beyrut, Lübnan (2011), Accented Residency Program, The Delfina Foundation, Londra, İngiltere (2010), Platform Garanti Güncel Sanat Merkezi, İstanbul (2009) gibi kurumlarda misafir sanatçı programlarına katılmıştır. Solo sergileri arasında “Mimarlar Mezarlığı” Studio-X, İstanbul (2014) “Middle East Airlines” ArtSümer, İstanbul (2012), “Foto Galatasaray” SALT Galata, İstanbul (2011), “ReMap 3” Kalfayan Gallery, Atina, Yunanistan (2011), “Souvenir Trauma” Zico House, Beyrut, Lübnan (2011), “Tailor’s Dream M&M” Apartman Projesi, İstanbul (2011), “Studio Osep” Delfina Foundation, Londra, İngiltere (2010), “Studio Osep” Galeri NON, İstanbul (2009) yer almaktadır. Seçilmiş grup sergileri arasında “3. Selanik Bienali” Teloglion Museum, Selanik, Yunanistan (2011), “Yıkım 2011” Akarsu Sok, No:2, İstanbul (2011), “Ateşin Düştüğü Yer” Türkiye İnsan Hakları Vakfı 20. Yıl Sergisi, DEPO, İstanbul (2011), “DIVERÇITY / Learning from İstanbul” Centrum Sztuki Wspolczesnej Zamek Ujazdowski, Varşova, Polonya (2010), 3. Sinop Bienali, Sinop (2010), “Etat d’ames, une generation hors d’elle” ENSBA Ecole Nationale Superieure des Beaux-Arts, Paris, Fransa (2010) yer almaktadır. Tayfun Serttaş’ın ürettiği konular arasında kent antrpolojisi, sivil toplum, toplumsal cinsiyet, ötekinin kültürel mirası, gündelik yaşam sosyolojisi, azınlıklar, kentsel dönüşüm, göç ve değişme, sosyo-politik stratejiler ve minör politika bulunmaktadır. Yapıtları başta İstanbul olmak üzere Londra, Paris, Amsterdam, Berlin, Beyrut, Atina, Varşova, Selanik, ve Frankfurt gibi birçok kentte gerçekleşen solo ve karma sergilerde kamuya açıldı. Bundan sonra adını daha sık duyacağımız Tayfun Serttaş sorularımızı cevapladı…

by Eser BAYKUŞ

Yaptığınız işleri, tavrınızı nasıl tanımlıyorsun?

En kısa ve kaba haliyle disiplinlerarası çalışıyorum. Ancak bu yalnızca kullandığım mediumları belirlemiyor. Güncel, modern ya da historisist, farklı dönemler arasındaki bağlantıları ve ortak kaygıları, bazen ise kopuşları irdeliyorum. Temsiliyet bu bağlamda üzerine durduğum temel başlıklardan biri. Küçük gruplar sosyolojisi, sosyal bilimler eğitimimden itibaren çalışmakta olduğum bir diğer başlık ve haliyle bugün her İstanbullunun ister istemez kendini içinde bulduğu kentsel problemler, göç ve kültürel transformasyon mesai ayırdığım konular arasında.

Türkiye güncel sanat ortamı hakkında genel düşünceleriniz nedir?

Türkiye’deki güncel sanatta diğer birçok mecra gibi “gelişmekte olan” kulvarında henüz. Gençlerin ilgisi yüksek, bunun yanında önceki kuşaktan sanatçıların geç de olsa haklarının teslim edildiği önemli sergiler görüyoruz. Çok olumsuz bakmıyorum ama İstanbul’da hala küresel ölçekte abartıldığı kadar kuvvetli bir sanat ortamı yok. Çünkü gerçek anlamda teşvik yok. Zemin çok kaygan ve bu kaygan zeminde ayakta kalmaya çalışan sanatçıların bir çoğu bence çıkmaz içinde. Teminatsızlık Türkiye’de büyük bir hadisedir. Bu topraklarda sanata teminat tanınmıyor ve bu durum içgüdüsel bir tedirginliğe yol açıyor… Buna karşın Nobel’den, Altın Palmiye’ye, bienallerden, müze koleksiyonlarına değin uluslararası çevrede Türkiye’yi en yoğun şekilde sanat(çılar) temsil ediyor. Tüm olumsuzluklara rağmen plastik sanatlarda devrim sayılabilecek dönüşümler yaşandı. Türkiye bu alanda bir çekim merkezi olma yolunda… Üstelik yalnızca bireysel çabalarla. Karşılığında ise bir futbola yapılan yatırımın çok azını dahi göremiyoruz. Bu da kalıtsal bir küskünlük hissine yol açıyor.

Sosyal medyanin sanata olan etkisi hakkında ne düşünüyorsunuz? Bazı sanatçılar sosyal medya sayesinde galerilere gerek kalmadığını düşünüyor…

Sosyal medya, sanata etki edebilecek düzeyde bir mesafe edinmiş değil. Oraya dahil olabilmek için belli bir seviyeye inmek gerekiyor. Bunu küçümsemek için söylemiyorum fakat ciddiyeti ve etki alanı hala muğlak. Bir sanatçının galeriye sosyal medya olmasa da ihtiyacı yok, eğer kıstasımız galeriler ise bilemem, hiç öyle bakmadım… Beni teorik bağlamda süreci nereye taşıdığı ilgilendirir ki, sosyal medyada uzun süre daha bu yönde bir ışık göremiyorum. Diğer yandan yeni bir aktivizm alanı yaratıyor ki, bu tarafı daha elzem. Yeni örgütlenme biçimleri ve demokratikleşmeye katkısı çok yüksek. Bireysel alan kapalı kutu olmaktan çıkıp git gide şeffaflaşıyor, yeni iletişim olasılıkları gelişiyor, fakat bunlar da salt sanat üzerinden tartışılmaması gereken başlıklar.

Geçmişten farklı olarak günümüz sanatçılarının genelde apolitik olduğunu görüyoruz. Oysa sizin zaman zaman sözünü sakınmayan çıkışlarınızın olduğunu görüyoruz. Sanatçı-politika ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bugün açıkça sanatçıların hedef gösterildiği ve sanatçı aşağılamanın makbul karşılandığı bir ortamda yaşıyoruz. Popüler sanatçıların durumu da bizlerden farklı değil. Hatta bazen daha açık şiddete maruz kalabiliyorlar çünkü kamu nezdinde tanınıyorlar. Böyle bir ortamda politik olmayıp, ne olmak gerekiyor? Evet biz bu kadar politize olmayabilirdik ama Türkiye’de insanlara dayatılan bir şey politika. Hayatın başka şekillerde mümkün olabileceği algısı tamamen silindi, gündelik yaşamın akışına müdahale edildi. Bu noktada sanatçısı, bilim adamı kalmıyor, hepimiz işkence gördük. Fakat sanatçılar her anlamda incitildiler, hayatları boyunca zaten devletten destek görememiş, yer kürede tutunabileceği sayısız merkez varken burada kalmaya ısrar eden romantik insanlarız en nihayetinde. Bir söz yazarına, bir yönetmene, bir oyuncuya neden bu nefret, anlamak güç…

Sekiz ay boyunca mutfağımda gaz maskesi ile yemek yaptım, çünkü Taksim Meydanı’na 200 metre mesafede bir evde yaşıyorum. Sonbaharda canımı zor attım yurtdışına, sağlığım tamamen bozulmuştu, nefes alamıyordum… Henüz bir hafta önce geri döndüm, düşünün ben son bir seneye yakındır pasaportunu taşıdığım ülkede çalışma masama oturup bir şey üretemiyorum. Burası benim ülkemdi, şimdi uçaktan inerken nereye geldiğimi bilmiyorum. Ne diyeyim daha? Buna politika denemez, basbayağı nefret suçu.

Hangisi bir diğerini besliyor; sanat, yazım, antropoloji?

Hepsi birbirini besliyor, o kadar girift ilerliyor ki, hangisinin hangisinden doğduğunu unuttum. Hibrit gibiler artık. Bir işe başlarken hangi aşamasında yazıyorum, hangi aşamasında çiziyorum, ya da hangi aşamasında deneyimliyorum hatırlayamıyorum. Çoğu kez hepsi eş zamanlı.

Stüdyonuzu merak ediyoruz, ameliyat odasına benzediğini iddia edenler var…

O eskidendi, arşivlerle çalıştığım ve yıllarca konservasyonla uğraşmam gereken dönemlerde öyleydi… Son stüdyom Paris’teydi, bir süredir İstanbul’da değildim ve İstanbul’da kalıcı bir stüdyom şu an yok. Proje bazlı çalıştığım için benim her projeye göre kurmam gereken stüdyonun mekansal gereksinimleri ve araçları değişir. O nedenle yarın nasıl bir yerde ve ne şartlarda çalışacağımı, yarın nerede olacağım ve nasıl bir proje üzerine yoğunlaşacağım belirleyecek. Tek bir medium üzerinden sanat üretmediğim için, benim yaklaşımımdaki sanatçıların stüdyoları genelde iyi bir laptop’tan ibarettir aslına bakarsanız.

Sanatçı, müze, arşiv, koleksiyon ve belge üzerine kafa yorduğunuzu görüyoruz. Bu kavramlar arasında olması gereken ilişki Türkiye sanat ortamında ne durumda?

Feci, burası kesintili tarihlerin ülkesi. Her yirmi senede bir kültürel kimlik baştan tanımlanıyor. Bu kah darbe ile oluyor, kah gazlı demokrasiyle. 21.yüzyıla derin bir travmayla girdi Türkiyeliler, İmparatorluğun çöküşü ve akabindeki 600 yıllık birikimden miras alınmaması; alfabeden, müziğe, mimariden, sanata baştan kodlanmış bir toplum yarattı. Fakat bu “modern” topluluğunda işi bulunduğu coğrafyada pek kolay olmadı, fabrika ayarlarına bir daha geri dönemedi, hele ki konu kültür sanat gibi literatüre dayalı mecralar ise… Kayıp bir literatür üzerinden kendini yeniden ve yeniden tanımlamak, coğrafi sorunlar, Batı’da Doğulu, Doğu’da Batılı bulunmak, sürekli olarak özneyi tariflemek, hala tarifliyoruz aslında… Bizim tarihimiz, uzun bir tarif tarihidir. Bu bağlamda, Türkiye’de sanat üretmek referansların çelişkisi açısından da iki kere zahmetli, her şeyi iki kere yapmak gerekiyor buralarda. Çünkü her şeyin bir “öncesi”, bir de “sonrası” var. “Şimdiki zamanı” başka türlü anlamanın çaresi yok. Hepimiz iki kimlikliyiz.

Popüler kültüre yapılan yatırımın çok azı bilgi-belgeye yapılmış olsaydı şu an sizinle farklı konuşuyor olabilirdim ama hala literatür yok ve bu halde burnumuzun ucunu bir süre daha göremeyeceğimiz açık. Her yirmi senede bir Amerika’yı yeniden keşfederek kendimizi oyalıyoruz. Türkiye özellikle şu dönem hiç olmadığı kadar çağdaşlarının gerisinde, belki yeni bir hamburger büfesi Batı’da açıldıktan altı ay sonra buraya geliyordur, fakat örneğin bir “kent arşivi” iki yüz senedir kurulamıyor. Devletin “begleyi” tehdit olarak gördüğü bir ortamda, kamuya bu eksikliğin ne demek olduğunu anlatmak çok zor. Hatta sanatçılara bile anlatmak çok zor.

Birkaç yıl önce ünlü bir galeride açtığınız sergiyi “alışılagelmiş sosyal ilişkilerden ve toplumla yaşamanın gerektirdiği kurallardan soyutlanmış bir hayat tarzı benimseyenlere” ithaf etmiştiniz. Buradaki tarif size uyuyor mu? Sanatçı sosyal olmak zorunda mı?

Sanatçı sosyal olmak zorunda değil. Popüler sanatçıları bilemem, fakat bizlerin kamudan onlar gibi bir beklentisi yok, sonuçta kimseye albüm satmıyoruz. Toplum içinde kamufle olarak yaşıyoruz ki, inanın bazen böylesi daha keyifli. Doğruya doğru, sokaktaki manavım ne kadar sosyalse o kadar sosyalim. Fazlasına gereksinim duymuyorum. Yaşadığım semtten gerekmedikçe çıkmam, yeni ilişkiler kurma hayaliyle yanıp tutuşmam ve kendi küçük çevrem dışında bir çevreye pek gereksinim duymam.

Fakat bunun İstanbul’un kültürel iklimiyle yakından ilgisi var. Bir Çarşambalı’da çıkıp bir Nişantaş’lı ile dostluk etme özlemi duymuyor burada. Bir başörtülü, bir transseksüelin derdine ortak olmak istemiyor. Herkes kendine mazlum. Tam olarak getto diyemesek de, İstanbul’da çok farklı kültürel, ekonomik ve sınıfsal katman birarada yaşıyor. Bunun getirdiği bir mesafe ve dikkat var insanlar arasında, herkes kendine küçük zone’lar kurup hayatını orada sürdürmenin çabasında. Kamusal alan kültürü yok denecek kadar zayıf, insanların göz hızasında sosyalleşebileceği mekanlar kısıtlı… Anlıyoruz ki İstanbul 19.yüzyılda da bundan farklı değilmiş, bir anlamda kentin sosyolojik geleneği bu.

Türkiye’de pek alışık olmadığımız bir alanda çalışıyorsun. Arşiv alanındaki araştırmalarının içeriğinden bahsedebilir misin?

Arşiv geniş bir tanım, ben daha spesifik olarak görsel arşivlerle çalışıyorum. Görsel kültürün Doğu Akdeniz havzasında derin bir tarihi olmasına rağmen İslam sonrası bir duraksama yaşanıyor. Akabinde yeniden canlandığı dönemler var elbette… Hala etkisini gördüğümüz bir oryantalizm var. Modern yakın tarih ise görsel kültürün sivil yaşama farklı yollardan uyarlanma çalışıldığı deneyimleriyle yüklü. Bunlar arasında stüdyo fotoğrafı özellikle üzerine çalıştığım bir alan. Fotoğraf sanatı içerisinde küçümsenmekle beraber, sanat ve kamu arasında görünmez bir köprü kuruyor, türevlerine göre son derece demokratik ve günü anlamada olağanüstü veriler sunan melez bir mecra. Üstelik toplumsal cinsiyetten, göçe, modadan, kimliğe dek bugün tartışmakta olduğumuz birçok başlık altında açılma esnekliğine sahip.

Diğer yandan Türkiye güncel sanat ortamı içerisinde arşiv odaklı çalışmalar hala alışıla gelmemiş bir olgu? Türkiye’de bu alanda çalışan ve üreten senin dışında kimse var mı?

Arşivlerle üniversite yıllarımda tanıştım ve birikimimi bu alan üzerine kurdum. Bir süre sonra ise bu iş benim başıma kaldı diyebilirim çünkü Türkiye koşullarında gerçekten bu konuda ter döken birileri daha yok. Üç tane gazete küpürünü yan yana getirmeyi arşivsel veri zannedenler vardır elbette, fakat arşiv o demek değil. Yakınlarımın büyük bölümü sanat pratiği içerisinde olmasına rağmen, örneğin kapısını çalıp cam negatif konservasyonu üzerine dertleşebileceğim bir arkadaşım yok benim, yalnızım. Bunun için kalkıp Beyrut’a, Arab Image Foundation’a gidiyorum gerektiğinde. Oradakilerle arkadaşlık ediyorum.

Üzerine çalıştığın son arşiv hakkında bilgi alabilir miyiz?

Fransız Aydınlanmasından etkilenen bir Osmanlı entelektüeli olan Viyana kökenli bilim adamı Karl Eduard Hammerschmidt’in (Abdullah Bey) girişimiyle 1870’te İstanbul’da kurulan bir Doğa-Tarih Müzesi var. Benim de sergide kullanacağım orijinal adıyla; “Le Musée d’Histoire naturelle de Constantinople”. En az İstanbul Arkeoloji Müzesi kadar köklü ve önemli bir kurum. Abdullah Bey kendi alanında bir Osman Hamdi.

Fakat Cumhuriyet’in ilanından sonra, Doğa-Tarih Müzesi yeni sistemin ideologları tarafından sahiplenilmiyor. Darwinizm’den, Fransız Aydınlanmasına duyulan kuşkuya kadar, nedensellikleri geniş bir çerçevede incelenebilir… Müzenin tüm koleksiyonu Cumhuriyet dönemiyle birlikte istanbul Üniversitesi, Fen fakültesi Jeoloji bölümüne devrediliyor. Kısa süre sonra ise çıkan Büyük Vefa Yangını sırasında bütün koleksiyon yanıyor. Bir süre önce ulaştığım müzenin yazışmaları üzerinde çalışıyorum, aynı isimli bir sergiyle ve günümüz yorumuyla, Le Musée d’Histoire naturelle de Constantinople’ü ihya etmek niyetindeyim. Elbette benim ki bir Doğa-Tarih Müzesi ironisi olacak ve paralelinde daha çok Fransız Aydınlanmasından kopuş dönemi tartışılacak.

* “Kesintili Tarihlerin Ülkesinde Sanat”
by Eser Baykuş, ALEM ART, September 2014, pp: 76-78

Binalar da Konuşur: Mimarlar Mezarlığı

Taş, beton, çelik, cam, ahşap nasıl yapılmış olursa olsun Ruskin’in de söylediği gibi binalar daima konuşur. Kendi hikâyeleriyle var olmalarının yanı sıra bir sokağın, bir caddenin hatta bir şehrin hatıralarını üstünde taşır. Bir yapının inşa edilmesiyle tamamlandığını düşünürken o aslında yaratıcılarının bile izlerinin kaybolacağı yeni hikâyelere sürüklenir. Yıllar içinde yolunun geçtiği, karış karış dolaştığı sokaklardaki binaların hikâyelerinin peşine düşen Tayfun Serttaş’la yeni açılan sergisi Mimarlar Mezarlığı’nı konuştuk.

by Seçil Kalendaroğlu

Mimarlar Mezarlığı fikri nasıl oluştu, araştırma aşamasında ve sergiyi hazırlama sürecinde seni güdüleyen faktörler neydi?

Mimarlar Mezarlığı geçmişi öğrencilik yıllarıma dayanan, on seneyi aşkın bir birikimin sonucu. Kentsel mekanı bir arşiv gibi kullanarak, herhangi bir harita ya da kaynağa başvurmaksızın – ki mümkün değil – rastlantılar üzerinden olgunlaşan bir birikim. İlk gerçek mimar bireyler; basitçe, yaptığı yapıları kendi eseri olarak tanımlamaya ihtiyaç duyan ilk mimarlar 19. yüzyıl son çeyreğinde ortaya çıkıyor. Önceki dönemim anonim mimari anlayışının aksine onlar, yaptıkları binanın üzerine isimlerini yazan mimarlardı. İlk kez ‘bu yapıyı ben yaptım’ biçiminde bir iddiayı gündeme taşıyabilen, mesleki iddiaları üzerine yaşam tarihlerini bina edebilen bu ilk kişilikler, mimari alanda serbest kapitalist üretim ilişkileriyle bağlantıya giren ilk topluluk. Aynen bir sanat yapıtını imzalar gibi, üretimleriyle kişilikleri arasında açıkça bağlantı kuruyor ve bireysel tasarım iddialarını kamusallaştırıyorlardı… Onlara duyduğumuz kişisel merak, günümüz tartışmalarına eklemlenince kendiliğinden proje netlik kazanmış oldu.

Le Corbusier’in “yaşama makinesi” diye tarif ettiği evlerin, binaların yaratıcılarının kaybolması, belleklerinin silinmesi senin için ne ifade ediyor?

Her şeyden önce bugün ile ilişki kurmamı ve bugünün dinamiklerini kavramamı zorlaştırıyor. Örneğin Tanzimat dönemi bugüne çok benzer. Kentte olağanüstü bir para var, görülmemiş yatırımlarla İstanbul’un kentsel kimliği yarım asır gibi kısa bir sürede adeta baştan yaratılıyor, sözde tanınmış kültürel haklar, diğer yanda ise parçalanmanın eşiğinde bir devlet var. Kentsel zenginlikle gelen kutuplaşma, İstanbul merkezli olarak tüm bir imparatorluğun sonunu hazırlıyor… Cumhuriyet’in kurulması ile birçok alanda olduğu gibi mimari alanda da bir kesinti yaşandı. Önceki modernitenin mimari birikiminden miras alınmaksızın, Birinci Ulusal Mimari akımıyla birlikte bu alan adeta fethedildi. Mimar kavramının ulus kimliği üzerinden inşa edilmesi, yüzyılları bulan sivil mimari birikimin ve aktörlerinin toplumsal hafızadan tamamen silinmesiyle sonuçlandı. Bugün İstanbul’un 19. yüzyıl modernleşmesine ev sahipliği yapmış mahallelerinde kendinizi başka bir dünyada gibi hissetmenizin nedeni budur. Halbuki onlar lokal yapılardır ve buranın kültürel mirasını tanımlarlar. Bu kopuş alfabeden müziğe dek birçok alan için söz konusu. Bunun sonucunda içerisinde kendinizi tarif etmenizin mümkün olmadığı, tüm referansların elinizden alındığı bir tür katatoni, bir tür kültür-kimlik şizofrenisi dayatılıyor… Yüzleşme, bu açıdan önemli.

Her şeyin mekanik bir seri üretime dönüştüğü bir ortamda mimarlık hakkında ne düşünüyorsun, şehircilik sence bir yanılsama mı?

Şehircilik değil, ama günümüz şehirciliğinin dayandığı nedensellikler dizisi bir yanılsama. Bugün şehirlere kültürel haritası üzerinden değil, felaket senaryoları üzerinden şekil veriyoruz, bu da kent ile aramızdaki ruhsal iklimi bozuyor. Sözde ‘trafiği rahatlatmak’ gibi bir gerekçeyle kentin bir kısmı yıkılabiliyor. Trafik elbette rahatlamıyor, yıkılan yıkıldığı ile kalıyor, yıkıntının kenarında senin evin kalıyor, bahçen otoban olmuş… Kente salt pragmatist nedenlerle yaklaşmak, kentsel kültürü ve kent sakinlerinin mekansal alışkanlıklarını alt üst ediyor. Halbuki her kentin kendine özgü değerler sistemi vardır ve siz bu sistematik içerisinde kente dahil olursunuz. Son yarım asırdır istanbul’a yapılan müdahalelerin tümü rant, kaos ya da siyasi nedenlidir, kimse de çıkıp kent kimliğine katkıda bulunmaktan söz etmiyor. Hele ki örneğimiz İstanbul gibi içinde bulunduğu ulus devletin dayattığı kimlik kriterlerine uymayan bir kent ise, sonuç felaket oluyor.

19 Ocak’ta Hrant Dink’in ölüm yıldönümünün 7. yılında Paris’teydin. Bize biraz oradaki yansımalarını ve duygularını anlatabilir misin?

Daha önce dünyanın farklı noktalarında 24 Nisan anmalarına katıldım, ancak 19 Ocak’ı ilk kez yurtdışında geçirdim. Bunun da nedeni o tarihte takvimimi aylar öncesinden İstanbul’da olmak üzerine ayarlamamdı. Fakat bu kez özel bir durum söz konusuydu.. Paris, Türkiye kökenli Ermenilerin yoğun yaşadığı bir kent, bu bağlamda belli bir bilinç oturmuş durumda. Beni asıl memnun eden ise Türkiye kökenli Türklerin ve Kürtlerin katılımının fazlalığıydı. Konu Hrant Dink olduğunda, aramızdaki sözde kimlik farklarının, ortak coğrafya üzerinden nasıl da zenginliğe dönüşebileceğinin kanıtıydı Paris’teki anma. Uzakta olmanın yarattığı dayanışma ruhu, İstanbul’dakini aratmayacak bir tür kenetlenme sağladı. Aramızda onlarca senedir Türkiye’yi gör(e)meyenler vardı, yalnızca Hrant’ı anmadık, hasreti paylaştık.

Ocak – Mart 2014 döneminde Cite Des Arts’ın konuğu oluyorsun, Cite Des Arts nedir ve orada nelerle karşılaştın bahseder misin?

Cite Des Arts, Fransa’nın en köklü ve büyük misafir sanatçı programının yürütüldüğü kurumun adı. Türkiye’den İKSV iki sene kadar önce bu kurumdan Türkiyeli sanatçılar için 20 seneliğine bir stüdyo kiraladı. Böylelikle, başvuruyu kendi anadilimizde yapabileceğimiz olağanüstü bir fırsat doğmuş oldu. Bugüne değin bu gibi programlara katılmak, ancak yurtdışındaki kurumlarla iletişime geçerek mümkündü. Avrupalı kurumların ruh kurutan prosedürleri, kendinizi dilediğinizce ifade edememek, Ortadoğulu olmanın yarattığı önyargılar, birçok sanatçıyı bu programlardan soğutmuştur… Türkiye merkezli bir kurumunun bu hizmeti İstanbul’dan sağlıyor olması çok ilgimi çekti ve derhal başvurdum. Genel yargının aksine ben Paris’i severim ve Fransızlarla iyi anlaşırım. Şu sıra banliyöleri geziyorum ve vaktimin büyük bölümünü metroda geçiriyorum. Kendime haritalar çizip, en bilmediğim duraklarda inip, tekrar biniyorum… Paris metrosu bir metrodan fazlası, kente dair sosyal ve sınıfsal şifrelerin çözüldüğü bir ara mekan. Her kentin böyle bir ikinci katmanı yoktur. “Parisian Subway” üzerine elbet bir şeyler çıkacak…

Zamanının kıymetini bilen ve üretici bir sanatçısın bundan sonrasına dair projelerin, fikirlerin neler?

Türkiye’deki ticari galerilerle çalışmayı bir süre önce bıraktım. İşin o aşamasından mutlu olmadım ve mutlu hissetmediğim bir süreç sanat ile aramdaki mesafeyi bozma noktasına geldiğinde, bir tercih yapmak zorundaydım. Bu nedenle önümde senelik bir sergi programım yok. Projelerimi bir süre daha non-profit tabir edebileceğimiz, kar amacı gütmeyen kurumlarla yürütme niyetindeyim ancak bu kurumların Türkiye’deki azlığı imkanları kısıtlıyor. Gelecek projeler var elbet, gücüm yettiğince onları ayağa kaldıracağım ama bunun için eskisi kadar mücadele etmeyeceğim. Şu sıralar pratiğimi paylaşmanın farklı mecralarını araştırıyorum, bu da beni kamusal mekana yaklaştırıyor.

* ‘Binalar da Konuşur: Mimarlar Mezarlığı’
by Seçil Kalendaroğlu, BANTMAG, February 2014

‘Aslolan, Kentsel Doku’

Serttaş, İstanbul’da eşsiz olan ‘kentsel doku’ olduğunun bizde hala anlaşılamadığını vurguluyor. Serttaş’a göre, kentsel dönüşümün en olağan sonucu kimliksizleşme.

by Ayşegül Özbek

Bir şehir bizde ne izler bırakır? İstanbul’un geçmişi, tarihi bize neler anlatır? İnsanı, sokakları, binaları, dükkanları… İstanbul’un unuttuğumuz, belki de adını hiç duymadığımız bilmediğimiz mimarları kimler? “Şehrin çok katmanlı yapısı sadece kültürel olarak değil mimari olarak da tartışmaya açılabilir” diyen Tayfun Serttaş, Studio-X’teki “Mimarlar Mezarlığı” isimli yeni sergisiyle bu mimarların izini sürüyor.

28 Marta kadar açık kalacak sergi, İstanbul’da 19. yüzyılın son çeyreğinden başlayarak bir şekilde modernizme paralel olarak gelişen birey kimliğinin mimarideki yansımasına odaklanıyor. Anonim mimardan birey mimara geçişin de, binaların köşelerinde yer alan ve bir tür imza olan mimar yazıtlarıyla başladığını vurguluyor Serttaş:

“Hiçbirimiz Yıldız Sarayı’nda yaşamadık belki, ama bu isimlerin yaptıkları binaları bir şekilde kullandık. Belki kentin siluetine etki etmemiş, ama sokaklara aurasını vermiş isimlere dair literatür yoktu ortada.”

Serttaş, İstanbul Üniversitesinde okuduğu yıllarda Taksim’e yürüyerek gidiyor hep ve yazıtları ilk o ara yolda, Sirkeci-Sultanhamam hattında fark ediyor: “Daha sonra yazıtın ne kadar hassas, bir o kadar da binanın kendisi kadar kilit bir şey olduğunu fark ettim. Bunları kaybetme korkusuyla daha fazla fotoğrafladım. 10 yılı bulan bir arşiv var sergide.”

Mimar Yazıtları

İstanbul’un fiziksel kimliğinin birey ile olan ilişkisi, sergide ele aldığınız dönemde nasıldı? Bugüne nasıl bir değişimle geldi?

Birey bir modern zaman çocuğu, mimar da ondan bağımsız değil. Günümüzdeki anlamıyla ‘mimar’ bu süreçte bireyselleşti. Hangi etnik gruptan olursa olsun, İstanbul’da 1870’ten önceye ait bir mimar yazıtı ile karşılaşamayız. Bu geçişte 1870 Pera yangınından boşalan arazilerin apartmanlaşmaya açılması, Tanzimat Fermanı’nın tanıdığı kültürel haklar ve imparatorluğun Batılılaşma dönemine girmesi gibi sıralanabilecek etkenler, İstanbul’un yarım asır gibi kısa bir sürede adeta baştan yaratılacağının habercisi.

Dönem mimarları, çağdaş mimarlık kariyerinin kuruluşunda öncü rol oynadılar. Aynı tarihlerde yeni hayat tarzının gerektirdiği konut tipi olarak ortaya çıkan apartmanlar, dar kent parselleri üzerinde çalışan yeni bir mesleki zümrenin oluşmasını sağlıyor. Alexandre Vallauri, Raymondo d’Aronco, Giulio Mongeri, Balyanlar ya da Fossattiler gibi haklarında epeyce bilgiye sahip olduğumuz dönemin majör mimarlarının yanında, isimleriyle tesadüfen binalar üzerinde karşılaştığımız, ancak başka bir bilgiye ulaşamadığımız bu topluluk, sivil mimariyi Batı standartlarına taşıdı.

Mimar yazıtları bu sınıfın en karakteristik ve ayırt edici özelliği olarak günümüze ulaştı. Yazıtı kullanmalarının nedenleri ise reklam ve aslında en büyük müşteri olan devletin gözüne girmek. Etnik kimliğe göre dil değişebilir. Benim topladıklarım arasında 9 kadar dil var.

‘Her karışı tarih kokar!’

Sergideki yazıtların üçünün bulunduğu binalar artık yok. Bunlar hangileri? Kentsel dönüşümün şehrin belleğine ya da kişisel belleğe nasıl bir etkisi var?

Sakızağacı Caddesi üzerindeki KL. Klonarides, CH. Viladica ve hemen arka sokağındaki D. Georgiades imzalı binalar dönüşümün son mağduru. İstanbul gibi 2000 sene başkentlik yapmış bir kentte, tescilli bina sayısı 5000 ile sınırlı. İtalya’nın orta ölçekli bir kasabasından daha az. Ama kenti yönetenlere sorsanız, size İstanbul’un her karışının tarih koktuğunu söyleyecekler, üstelik bununla övünecekler. Kaos, bu kendine güvenle başlıyor.

‘Bizde nasıl olsa bu binalardan çok var’ mantığı, ‘o semt giderse ötede bir diğeri var’ ile devam ediyor… Sonra bir bakıyorsun yüzlerce yıllık birikim, on yıllar içerisinde tükenmiş. Tek tük binalar ayakta, dokuyu kaybettikten sonra o tek tük binaların çıbandan farkı yok. Renovasyon değil, dokudur aslolan ve bizde hala anlaşılamayan şey İstanbul’da eşsiz olanın ‘kentsel doku’ olduğu.

Kültürel Mirasın ‘Öteki’si

Kentsel dönüşümle ilgili olarak, Tarlabaşı’nın bugün bu kadar kolay yıkılmasını, mimarinin bir etnisite meselesi olarak ele alınmasına bağlıyorsunuz?

Kentsel dönüşümün en olağan sonucu kimliksizleşme… Kimliksizleşmeyi aşmanın tek yolu ise, kolektif birikimi sahiplenme cesaretini göstermek. Oysa kültürel mirasın ‘öteki’si yaratılıyor. Taşı dahi ‘gavur’ olarak kodluyor, ahşabı Türk yapıyorsun. Üstelik memleketin en büyük ahşap yapısı bir Rum yetimhanesi.

Süleymaniye’de Türk evi tabir edilen yapıların hepsi neo-klasik unsurlar taşıyor. Beyoğlu’nun en taş ve en Batılı binası Botter Apartmanı Müslüman bir Sultan’ın siparişi. Mimari yabancılaşma sonradan yaratılmış bir ideolojik inkarın enkazı.

* “Aslolan, Kentsel Doku”
by Ayşegül Özbek, CUMHURİYET, 9th February 2014

“Mimar İmzaları Eşliğinde Bir Şehrin Kültür Anatomisi”

Sanatçı ve araştırmacı Tayfun Serttaş’ın ‘Mimarlar Mezarlığı’ adlı yerleştirme sergisi 31 Ocak’ta Studio X İstanbul’da açılıyor. Bu sergide sanatçı, tarihsel kesintilerin İstanbul’un kültür haritası üzerindeki etkilerini mesele edinen değişik dönemlere ait çalışmalarını bir araya getirmiş. Sergi kurulum aşamasındayken Tayfun Serttaş’la bu son çalışması, kitabı ve elbette mimari ile şehir üzerine söyleştik.

by Zeynep Ekim Elbaşı

Mimarlar Mezarlığı, İstanbul’un kentsel dönüşüm adı altında günümüzde geçirdiği malum sürece bir yanıt olarak mı doğdu, yoksa hep tasarladığın bir proje miydi?

Mimar yazıtlarını senelerdir fotoğraflıyorum. Fakat hiç proje olarak düşünmedim. Diğer yandan kentsel mekânda birey isimleriyle karşılaştığım bu en eski kanıtların sahiplerine ulaşmaya çalışıyordum. Çok erken bir dönemde bireyselleşme mücadelesi vermiş bu insanların isimlerini arama motoruna girdiğimde hiçbir veri çıkmıyordu. En fazla facebook’tan isim benzerliği olan kişilerin profilleri… Durumun böylesine vahim olması ve bireyin ‘birey’ olduğuna dair tüm kanıtların – fihristler, projeler, aşk mektupları, ofis evrakları, objeler, reçeteleler – silinmiş olduğunu bilmek beni onlara yaklaştırdı. Kendi cemaatleri içerisinde dahi, örneğin Balyan ailesinin sahip olduğu popülaritenin çok azını bile yakalayamamışlardı. Bir çoğunun mezarları bilinmiyordu. Fakat asıl kırılma Tarlabaşı’ndaki dönüşüm süreci oldu, o noktada canıma tak etti ve son bir senedir kendimi tamamen bu projeye adadım.

Mimar yazıtları tam olarak neyi ifade ediyor?

İlk mimar bireyler; basitçe, yaptığı yapıları kendi eseri olarak tanımlamaya ihtiyaç duyan ilk mimarlar 19. yüzyıl son çeyreğinde ortaya çıkıyor. Önceki dönemin anonim mimari anlayışının aksine onlar, yaptıkları binanın üzerine isimlerini yazan mimarlardı. İlk kez ‘Bu yapıyı ben yaptım’ biçiminde bir iddiayı gündeme taşıyabilen, mesleki iddiaları üzerine yaşam tarihlerini bina edebilen bu ilk kişilikler, mimari alanda serbest kapitalist üretim ilişkileriyle bağlantıya giren ilk topluluk. Aynen bir sanat yapıtını imzalar gibi, üretimleriyle kişilikleri arasında bağ kuruyor ve bireysel tasarım iddialarını kamusallaştırıyorlardı. Günümüz mimarları yaptıkları binalardan kaçıyorlar. Bugünkü mimari ‘Binayı yap ve oradan toz ol’ diyor. Burada ciddi bir sorumluluk almak da var ve tüm o sorumluluğu iki yüz yıl sonra sana bırakıyor çünkü ‘Ben yaptım’ diyor.

Her mimar yazıtının aslına uygun vektörel çizimlerini üretip bunları mermer levhalara bire bir ölçülerde uyguluyorsun. Aslında binalarda ne görüyorsak, serginin toplamında onu görüyoruz. Bu replikaları üretme fikrine nasıl geldin?

Replika fikrini ben üretmedim son birkaç senedir başta Topçu Kışlası olmak üzere bazı eserleri replikaları üzerinden ihya etme projesi tüm Türkiye’nin gündeminde. Ben ise ironik bir yanıt olarak mimar yazıtlarının replikalarını yaptım, çünkü binalar ‘aslına uygun’ denilerek bire bir kopyalansa dahi, aynı mimarlar olmayacak. Bir bakıma duvarların değil, kaybedilen bir kültürün ihya edilmesinin imkânsızlığını paylaşmak istedim. Replikalar, ‘replika projelerine’ yanıt oldu ama bu kez önerme, kimliğin replikaları üzerinden. Umudu replikalarda arayanlara gösterge olsun diye… Böylesine önemli aktörleri dahi literatürden silmeyi başarmış bir sistemde, duvarları ihya etmeyi mazaret saymıyorum. Bütün bir mimari tarihini İstanbul’un ayağına getiren aktörlerdi onlar. Şark sokaklarına art nouveau dikip ‘ingénieurs architectes’ olarak duvarlara adlarını yazdılar… Bugün hiçbirimiz bu kadar iddialı olamayız.

Peki mimar yazıtı o dönem nasıl bir ihtiyaçtan doğuyor?

Mimar ve ürünlerinin, medya ve mimarlık basını gibi araçlarla kamusallaşabildiği bir ortamda, hayli geleneksel bir araç olan ‘yazıta’ başvurmak önemsizdir. Mimar mesleki önem ve iddiasını daha çağdaş ve geniş erişimli araçlarla dışavuruyorsa ad yazıtı gereksiz, hatta naif kalabilir. Mimar yazıtı, o gibi araçların henüz varolmadığı, bireyselleşme ve reklam talebinin ise oluşmaya başladığı bir ortamda anlamlıydı. Geç 19. yüzyıl İstanbul’u, böyle bir ortam.

19. yüzyılın son çeyreğinde ne oldu ve nasıl oldu da yarım asır gibi kısa bir sürede İstanbul’un kentsel silueti baştan çizildi?

O dönemi hazırlayan üç temel faktörden bahsedilebilir. Tanzimat Fermanı ve Tanzimat’ın tanıdığı kültürel haklar. Dünyaya uyumluluğun Osmanlı’da yeniden tariflenmeye başlaması, yani Batılılaşma hareketi dediğimiz iki yüz yıla yayılabilecek sürecin hat safhada yaşanması. 1870 büyük Pera yangınından boşalan arazilerin yeni hayat tarzının gerektirdiği konut tipi olan apartmanlaşmaya açılması. Aslında bu üç olgu ya da üç tesadüf, dünyaya paralel olarak mimari alanda bir tür sivil devrimin yaşanmasını koşulluyor. Örneğin Avrupa’da art nouveou’nun ortaya çıkması ve mimaride uygulamaya başlaması tam bu minvaldedir. Batılı akımlar, İstanbul’a özgü sivil mimarinin eklektik biçimde gelişmesini hızlandırıyor. Böylelikle modern anlamda yeni bir mesleki zümrenin temelleri atılmış oluyor.

Saray destekli majör mimar ailelerin yanına, örneğin köşedeki kunduracı Dimitri’ye apartman yapan yeni bir mimar tipi ortaya çıkıyor ve bu yeni sınıf, saray mimarlarından farklı bir kulvarda faaliyet gösteriyor. Dört beş katlı aile apartmanlarının köşelerine ismini yazan, majör mimarlarının tenezül etmeyeceği işleri alan, çoğu kendi cemaatine proje hizmeti veren, hiçbir zaman dar kent parselleri dışına çıkamamış, hayatları boyunca bir ya da iki bina yapabilenler… Konsolosluk binalarını yapmak için gelip kentteki iş olanaklarını farkederek burada kalan Levantenler, Ecole de Beaux Arts mezunu Rumlar ya da bileğinin gücüne güvenen kalfalıktan yetişme Ermeniler. Kentin sivil mimari dokusunu yaratanlar.

‘Mimarlar Mezarlığı’ 19. yüzyılın sonuna referans vermekle birlikte, günümüzde yaşanan kavram karmaşalarına da ayna tutuyor. Bu iki dönemi karşılaştırdığımızda ne gibi farklar ve benzerlikler görüyorsun?

19. yüzyıl İstanbul’u sanılanın aksine multikültürel bir cennet değildi. Kimlik gerilimlerinin travma boyutunda yaşanmaya başlanacağı 20. yüzyılın kentsel zenginlikle katmerlenen habercisiydi. Tekinsiz kentin son ‘disiplinsiz’ yüzyılıydı ve mimari de dahil bu dönemde ortaya çıkan tüm gelişmeler sonradan yaftalanacaktı. İmparatorluk batarken, İstanbul gerçek bir zenginlik adasına dönüşüyordu. Siyasal iktidar ise ‘milli’ söylemi sertleştirerek gücünü korumaya çalışıyordu. Sonuç malum. Bugün de kentte bir para var, uzun süredir olmadığı kadar ciddi bir zenginlikten bahsediliyor. Ardı ardına gelen mimari yatırımlar, hatta müteahhitlikle gözü boyanmış bir toplum var. Sıklıkla sertleşen, kutuplaşmakta beis görmeyen bir siyasi söylem var. Üstelik bugünkü sistemin de birey ile olan ilişkisinde ciddi sorunlar var. Aktörler farklı olsa da, önceki yarım asırın tuhaf bir tekerrürü gibi.

Tam bu dönemde Cumhuriyetin ilanı ile tarihsel bir kesinti yaşanıyor; diğer tüm alanlarda olduğu gibi mimaride de ulusallaşma çabası var, dolayısıyla bahsettiğin eserler ve mimarlar toplumsal bellekten siliniyor. Bu dönemin derinine inince ne görüyoruz?

Birinci Ulusal Mimarlık Akımı’nın arka planındaki düşünce sistemi açısından, Osmanlı Batılılaşması süresince ‘ötekilere’ kaptırılan bu alanı ele geçirme kaygısı vatanın kurtuluşu kadar elzem. Dolayısıyla mimarlık, mesleki bir etkinlikte bulunmaktan çok daha fazlası. O, kültür ve ekonominin yeniden fethinin bileşeni; ideolojik arınmanın yegane temsilcisi… İttihat ve Terakki ile başlayan ekonomiyi Türkleştirme politikları, erken Cumhuriyet’ten itibaren mimariyi fethedilmesi gereken bir alan olarak revize ediyor. Önceki dönemin birikiminden miras alınmaksızın, kavramlar da dahil her şeyin üzeri örtülüyor. Adı ‘Dil Devrimi’ kadar net konulmamakla birlikte, ulus devlet mimari alanda da devrime hazır sayılıyor. Başkentin Ankara’ya taşınmasıyla devlet, İstanbul mimarlık sektörünün eski üyelerinden proje ve tasarım hizmeti talep etmeyi durduruyor. Mimar kavramının ulus kimliği üzerinden inşa edilmesi, yüzyılları bulan sivil mimari birikimin ve aktörlerinin toplumsal hafızadan tamamen silinmesiyle sonuçlandı.

Başkentin Ankara’ya taşınması İstanbul’un kültürel birikimi üzerinde olumsuz etki yarattı diyebilir miyiz?

Hem diyebiliriz, hem diyemeyiz. İkircikli bir konu, Ankara’yı görünce insan ‘iyi ki gitmişler’ diyor… İstanbul hiçbir zaman Türk ulus devletine başkentlik yapabilecek bir kent olmadı. Bunun da nedeni kozmopolit yapısıydı. Cumhuriyet’in ilk 40 yılı boyunca İstanbul’a çivi çakmıyorlar. Açıkca taşra kenti muamelesi görüyor, kaynak aktarılmıyor. Fakat bu bir şekilde kentin korunarak bugüne gelmesini sağlıyor. Lanet, bir tür avantaja dönüşüyor sanki. Cumhuriyet ideologları tarafından yozluğun, kokuşmuşluğun, işbirlikçiliğin , ikiyüzlülüğün ve asla beraber anılmak istemedikleri Osmanlı ve Bizans mirasının kalesi olarak tezahür edilen bu kent, biraz da bu dışlanma sayesinde mekânsal kimliğini koruyor. İstanbul’un küresel ölçekte yeniden değerlenmeye başlaması 1990 sonrası… Kentsel anlamda risk, değerlenmenin getirdiği rantla kapıya dayandı.

Mimari alanda karşılaştığımız temel tartışmalardan biri de, özellikle Batılılaşma dönemi mimarisine atfedilen etnik kimlik. Bu bazen bir aidiyet, bazen ise yabancılaşma kriteri olarak hâlâ karşımıza çıkıyor.

Batılılaşma dönemi mimarlarının büyük oranda gayrimüslimlerden meydana geldiği ve Cumhuriyet’e değin Türklerin bu alanda gayrimüslimlerle rekabet gücü olmadığı gerçek. Ancak bu uluslararası literatürde karşılığı olan akımların temsilcisi sayılacak mimari eserleri, salt mimarın kimliği üzerinden tasniflemek gibi bir hataya düşmemize yol açmamalı. Son yüz senedir değişmeyen Ankara merkezli öğretiye göre ahşap Müslüman tipi, yığma rölyefli yapılar ise gayrimüslim tipi olarak kodlanır. Böylelikle zihinlerde Süleymaniye eşittir Müslüman, Beyoğlu eşittir gayrimüslim gibi bir önyargı oluşturulur. Türk evi, Rum evi, Ermeni Evi gibi mimari akımlarda karşılığı olmayan soyut kavramlar sonraki yüzyılın icatları. Ulusculuğa paralel olarak bir taraf pamuklar içerisinde sarılıp korunurken, diğer taraf alabildiğine tahrip ediliyor. Ne yazik ki kimse de çıkıp ahşabın gerçekte modern bir malzeme olduğunu, Türk Evi sanılan o yapıların neo-klasik unsurlar taşıdığını, 19. yüzyıl modernleşmesinin bir etnisite hareketi olmadığını söylemiyor. Bu dönemi herkes istediği gibi anlamak istiyor. Osmanlı baroğu, neo-klasik, art nouveau, art deco vb. tüm modernist mimari çizgiler, gerçekte 19. yüzyıl modernleşmenin kolektif ikonlarıydı ve etnisite ayırt etmeksizin tüm toplumun yeni hayat tarzına geçişini sağlıyordu.

Ahşap yapıların Türk, taş ve kagir konutların ise gayrimüslim yapısı olduğuna dair son derece yaygın bir algı halen mevcut ama…

Tam da bu yüzden Alexandre Vallaury gibi bir ‘gavurun’ memleketin alanındaki en büyük kompleksi ünvanına sahip Büyükada Rum Yetimhanesi’ni neden tümüyle ahşap malzeme kullanarak yaptığını bir türlü çözemezler. Adı üstüne ‘Rum Yetimhanesi’ olduğu için malum yapıyı Safranbolu’da olduğu gibi ‘Türk Evi’ kategorisine de sokamayıp, kanımca görmezler. Ahşabın Türkleştirilmesiyle ortaya çıkan yüzlerce tezatlıktan biri ise Müslüman muhiti olarak tasvir edilen Süleymaniye’de yüzyıl başına kadar sayısız bekar evi olması ve bu mahallenin azımsanmayacak kadar Musevi aileye ev sahipliği yapması. Cami avlusunu gösteren birkaç gravür üzerinden Süleymaniye’ye dayatılan Müslümanlığın, küçük bir araştırma ile dahi sanıldığı gibi olmadığı ortaya çıkar. Adalar ve Boğaz hattı için de benzer bir durum söz konusu, yapıların ciddi bir bölümü ahşap olmasına karşın ahalisi tümüyle Müslüman değildir.

İstanbul bağlamında düşündüğümüzde benzer bir hikaye Haliç’in karşı yakasında, Beyoğlu’nda karşımıza çıkıyor mu?

Gavur Beyoğlu’nun en taş ve en batılı yapılarından Botter Apartmanı dahi, aslında Müslüman bir Sultan’ın terzisine armağanı. Osmanlı Hanedanı ve dönemin Ortadoğulu Müslüman burjuvalarının plazaları sayılabilecek Rumeli Han, Suriye Pasajı, Afrika Han, Mısır Apartmanı, Elhamra Pasajı, Hıdivyal Palas gibi yapıların gerçekte ne kadar İslam sermayesi olduğuna hiç girmiyorum. Osmanlı’nın en esaslı milli sermayesi olan bu yapıların tümü Cumhuriyet sonrası anlayış içerisinde ‘gavur’ olarak kodlanacaktı. Bu mantığa göre Osmanlı Bankası Binası da dahil, üzerinde neo-klasik unsur görülen ne varsa ötekileştirilecek, Osmanlı modernleşmesinin en mübarek mimari mirasına acayip gözlerle bakılacaktı.

Bu durumda örneğin ‘Ermeni mimarisi’ gibi bir şeyden söz etmek hatalı bir yaklaşım mı olur?

Eğer illa içerisinde Ermeni sıfatını kullanmak istiyorsak, örneğin Ortaçağ Anadolu Ermeni kilise mimarisinden rahatlıkla söz edebiliriz. O dönem kiliselerinde yalnızca Ermenilere özgü mimari çözümlemeler ve gerçekten toplumun etnik kimliğini betimleyen keskin bir tavır mevcut. O dönemin çizgisine referans veren bir yapıyla karşılaştığında, dünyanın neresinde olursan ol ‘Bu Ermenilere ait bir yapı’ dersin. Fakat ‘Ermeni evi’ gibi bir yapıdan söz edildiğinde benim gözümde bir şey canlanmıyor. Sivil mimari buna olanak tanımıyor. Harran’daki Ermeni kerpiç, Karadeniz’deki ahşap, İstanbul’daki Ermeni muhtemelen art deco bir binada yaşıyordu. Şimdi hangisini ‘Ermeni evi’ diye tasnifleyeceğiz, ve böyle bir tasnifleme bizim ne işimize yarayacak kestiremiyorum.

Bu bağlamda iyi niyetli dahi olsa, eleştirildiğimiz bir dilin içerisine düşme riski mi söz konusu?

Sonuçta Türkler bu tip ayrımları iyi niyetlerinden yapmadılar. Belli toplumları mimari alanda ihya etmek değildi amaç. 1915’ten sonra Anadolu’da Ermeniler’den kalan gayrimenkulleri tasnif etmek için kullanılan bir dilden bahsediyoruz. Şimdi bizler kalkıp aynı dünyada hâlâ o ezberi tekrarlarsak, bilinçli ya da bilinçsiz olarak kendi söylemimizle çelişen bir tür yabancılaşmaya çanak tutmuş olabiliriz.

Örneğin ‘Batılılaşan İstanbul’un Ermeni Mimarları’ ve ‘Batılılaşan İstanbul’un Rum Mimarları’ adı altında iki farklı proje yürütüldü 2010 kapsamında. Sonuçta binalar değil fakat mimarlara dair bir kategori söz konusuydu.

Bahsini ettiğin her iki çalışmayı da izledim. Eminönü Sultanhamam’da iki bina sırt sırta, aynı yıllarda yapılmışlar, birinin mimari Ermeni, diğeri Rum. Muhtemelen arkadaşlar, belki bazı kararları birlikte vererek, aynı yazıhaneyi paylaşarak diktiler o binaları. Bir tanesi Ermenilerin projesinde, diğeri Rumların projesinde ve her iki kitapta da yandaki bina kadrajin dışına atılmış, silinmiş. Ben o iki binanın 150 senedir omuz omuza vererek ayakta durduğunu biliyorum. Bir dönemin kolektif birikiminin cımbızlandığını görmek açıkçası içimi yaktı. Ermenilikten, Rumluktan öte, çatı bir tartışma vardı orada.

Art nouveau’nun İstanbul’daki öncülerinden Aram ve İsak Karakaş biraderler için aslolan iyi art nouveau yapmaktı, Ermeni mimarisi yapmak değildi. Ermeni olmaları da muhtemelen bugün ifade ettiği kadar yoğun bir anlam ifade etmiyordu. Art nouveau’ya bakıp ‘Ermeni evi’ demek günümüze dair bir yozlaşma. Mimarın etnik kimliği üzerinden art nouveau’yı anlamak da bundan farklı değil. Keşke önce akımları ve nedenselliklerini tartışıp, mimarların etnik kimliğine oradan gelebilseydik. Aksi oldu ve mimarların etnisitelerine dalıp asıl tartışmayı kaçırdık galiba. Mesela bugünün Türkiye’sinde temsiliyeti olmayan, Birinci Dünya Savaşı ile tasfiye edilen ama o dönem Ermeni ve Rumlarla rekabet gücü olan tek grup Levantenlerdi. Nitekim kendi ülkelerinde doğan akımları buraya taşıdılar ve mukayase götürmez bir üstüklükleri vardı. Her iki çalışmada da dışarıda bırakıldı Levantenler, o aktörlerin dezavantaji neydi, anlayamadım… Sanat tarihi yazımında da mevcut aynı problemler.

Projeyi, ‘Issız Kent Üçlemesi’ adını verdiğin yeni bir kitapla tamamlıyorsun. “Kimsenin olmayan hayatlar”, “kimsenin olmayan binalar” ve “kimsenin olmayan fotoğraflar” bağlamında kent tarihinin farklı katmanlarıyla yüzleşiyoruz. Üçlemenin hedefi ve senin için açılımı tam olarak nedir?

Bu üçü aslında aynı hikaye. Issız Kent Üçlemesi, dünyanın en kalabalık şehirleri arasında sayılan İstanbul’u, terk edilmişliği üzerinden düşünmeye adanmış bir deneme. İstanbul sadece aldığı göçler değil kaybettiği nüfus ve kültürel erozyon bağlamında da incelenmeye değer bir kent. Üçleme, fotoğraflar, mimarlar ve travestilerle kurduğum ilişkinin toplamında, aslında hep soruyu sormamla oyunsallaşıyor. Ama her biri ‘ıssızlığın’ farklı bir evresini temsil ediyor. Birbirine teğet çizgilerle bağlı üç katmanda, aynı kentin bulvarlarında örülen aynı hikâyeye, üç farklı güzergâhtan ulaşmayı deniyorum… Özünde sahte dedektiflik ve hedef şaşırtma olan üç ardışık katman, abartılı kent metaforu ve kolektif hafızaya karşı verdiğim bireysel mücadelenin iç hesaplaşması olarak okunabilir. Önceki kitaplardan farklı olarak ilk kez kendi ağzımdan yazıyorum ve bu kez bir sonucu değil, sürecin arka planını paylaşıyorum. Niyet, bir dizi tasniflenmemiş veriyi yan yana getirerek kentin yarattığı suçluluk hissinden kurtulmak değil, a-normları karşı karşıya bırakarak, bastırılanın kuşku yoluyla açığa çıkmasını sağlamak.

Binalar, fotoğraflar ve travestiler arasındaki ilişkiyi nasıl bağlıyorsun?

Mekânsal olarak bağlıyorum. Fotoğraflar binaların potansiyel olarak ilk sahiplerine ait, translar son ‘mühim’ kullanıcılar arasında, arada içinden geçilen binalar var, fakat onların da kaderi fotoğraflar ve translardan farklı değil artık… Bu benim saptamam ama bilmem farkettin mi, Beyoğlu civarında nerede bir Ermeni kilisesi ya da manastır varsa, bil ki sokağı genelevdir. Zürafa Sokağın penceleri ana caddedeki manastıra açılır, Küçük Bayram Sokak’taki genelevler Surp Asdvadzadzin Ermeni (Katolik) Kilisesi’ne bakar, yakın dönemde restore edilen Anarad Hığutyun Ermeni Manastırının bulunduğu Dernek Sokak boydan boya genelevdi… Tüm bu lokasyonların tesadüf olduğuna inanmıyorum çünkü ben hiç pencereleri camiye açılan genelev görmedim. Terkedilmenin getirdiği rastlantısal olmayan bir tür deneyim aktarımı, kitabın üç tezat öznesini birbirine bağlıyor.

* “Mimar İmzaları Eşliğinde Bir Şehrin Kültür Anatomisi”
by Zeynep Ekim Elbaşı, AGOS, 31st January 2014, pp. 18-19